Dünya

Avrupa'da Yaşanan Gelişmeler (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Haziran 2012 tarihli Devrimci Çözüm Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Emperyalizmin yapısal krizi tek tek ülkeleri derinden etkilemeye devam etmektedir. Morgate kriziyle başlayan, bankalar kriziyle devam eden sürecin etkisiyle ABD’de yaşanan derin bunalım, yeni bir iktidarla aşılmaya çalışılmıştır. Krize neden olan “Cumhuriyetçi Parti iktidarının politikaları olmuştur.” düşüncesinin karşısına Demokrat Partili Obama iktidara getirilmiştir. Ne var ki, Obama’nın uygulamaya koyduğu politikalar da krize çare olamamış ve ülke ekonomisindeki bunalım artarak devam etmiştir.

 

Dünya ölçeğinde yaşanan krizden AB ülkeleri de büyük oranda etkilenmiştir. Özellikle 2008’de yaşanan derin bunalım sonrası “borç krizi” olarak adlandırılan bu sürecin içinde olan birçok ülkenin ekonomileri iflas-çökme noktasına gelmiştir. Başta Yunanistan olmak üzere Portekiz, İspanya, İrlanda, İtalya, v.d. ülkeler fazlasıyla bu krizden etkilenmiş ve ekonomileri restorasyona girmiştir. Fransa ve Almanya gibi güçlü ekonomilere sahip ülkeler dahi bu krizlerden etkilenmiştir.

 

Faturasının her zaman halka çıkarıldığı krizler özellikle AB ülkelerinde birçok sonuca yol açmıştır. Krizi aşabilmek için uygulanmak istenen yeni ekonomik politikalar, yoksul halkları daha da yoksullaştırmış, işsizliği arttırarak geçmişteki refah düzeylerini neredeyse sıfırlamıştır.

 

Bugüne kadar sosyal devlet anlayışıyla davranarak, halkların tüm sosyal haklarını vermek zorunda kalan AB devletleri, krizi de bahane ederek bu hakları radikal biçimde törpülemeye başlamıştır. Sömürdüğü ülkelerden elde ettiği kar payını halklarından esirgemeye başladığı için refah toplumu olmaktan çıkan AB ülkelerinde enflasyon artmış, işsizlik ise büyük oranlara ulaşarak, yoksullaşma hızlanmıştır. Sınıflar arasındaki farklılık derinleşerek orta sınıfı da neredeyse yok etmiştir.

 

Yaşanan bu yoksulluk, işsizlik karşısında bazı ülkelerde daha fazla olmak üzere, halklar tepkisini ortaya koymuştur. Ancak doğru bir önderliğe sahip olmayan, örgütsüz ve kendiliğinden olan bu tepkileri demokrasinin merkezi olarak görülen Avrupa devletleri faşizan yöntemlerle bastırmaya çalışmaktadır.

 

Çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşanan bu kriz emperyalist-kapitalist sistemin gerçek yüzünü göstermesiyle birlikte yoksullaşan, işsiz kalan halkın mevcut yönetimlere karşı güvensizliklerini artırmıştır. “Krizleri yaratanın hükümetlerin uyguladığı yanlış ekonomik politikalar olduğu” yanılsamasıyla, seçimlerde mevcut iktidarların değişimi yönünde tercih yapmışlardır. Bu tercihi genellikle “sol partilerden” yana yapmış olmalarına rağmen, faşist partiler de azımsanmayacak derecede oy almışlardır.

 

Faşist hareketlerin yükselişi, sadece sandıklarda kendini göstermemiş, değişik dönemlerde özellikle yabancı düşmanlığı temelinde birçok eylem yaparak göçmenlere, mültecilere ve çalışan yabancı işçilere saldırmışlardır.

 

Avrupa’da Faşist Hareket Neden Yükselişe Geçti?

 

Gerek Almanya’da gerek Fransa’da ya da diğer birçok AB ülkesinde faşist hareketler birçok dönem mevcut iktidarların sorunlarının çözümüne yardımcı oldular. Mevcut iktidarların beslemesi olan tüm faşist örgütlenmeler (örneğin Fransa’da Le Pen ve taraftarları da son seçimlerde oldukça yüksek oy almışlardır. Keza Yunanistan’daki sağcı parti de yüksek oy oranına sahip olmuştur) kaynağını emperyalizmin siyasal gericiliğinden ve yine onun kültüründen almaktadır.

 

Emperyalist metropollerde faşizm hareketi, finans kapitalin ırkçı, şoven yayılmacı emellerinin temsilcisidir. O nedenle tüm burjuva toplumlarda faşist örgütlenmeler bu temelde kurulmuştur. Geçmişte farklı işlevler yüklenmiş olsalar da, beslendiği ırmak aynı olduğundan amaç ve hedeflerde de aynı noktaya gelmişlerdir.

 

Mevcut zeminin uygunluğu üzerinden yapılan yabancı düşmanlığı, ırkçılık v.d. faşizan hareketler özünde burjuva iktidarlarca pompalanmaktadır.

 

Burjuva devletler krizin sorumluluğunu yabancı işçilere ve göçmenlere yüklemekte ve yabancı işçiye olan gereksinimleri kalmadığından onları kapı dışarı etmeyi istemektedir. Yasal yollarla devletler bunu gerçekleştirememektedir. İşte bu nedenle yabancılara gözdağı verme, onlara insanlık dışı hareketler yaparak, katliamlar düzenleme vb. saldırılarda bulunarak, korku salıp ülkelerinden kaçırtma gibi hareketler içinde bulunarak, devletin işini kolaylaştırmışlardır. Bu saldırılarla bir kez daha tarih sayfalarındaki yerlerini de almışlardır.

 

Bir diğer misyonları da kendi halklarının ilerici, devrimci, sosyalist kişi ve örgütlerini de hedefleri arasına alarak, şiddeti onlara da uygulamalarıdır.

 

Faşist örgütlenmelerin -partilerin- amaç ve vurduğu hedefler iktidarların istemleri ile her zaman buluşmaktadır. Ayrıca iktidar ile olan bağları sadece ortaya koyduğu pratikten anlaşılmıyor. Kimi dönemler net olarak açığa çıkmıştır ki, bu örgütleri devlet finanse ediyor, eğitiyor ve denetliyor.

 

İşsizliğin ve ucuz işgücü pazarının artıp sosyal yaşamda düşen ivme, işsiz güçsüz, boş vermiş, yaşamdan zevk almayan ve aynı zamanda düzene başkaldırı gücünden yoksun insanların sayısını arttırmıştır. İşte bu insanlar faşist örgütlenmelerin potansiyeli olmuştur.

 

Ayrıca Avrupa’da yaşayan halkların içine düştüğü güvensizlik, gelecek kaygısı, düş kırıklığı, maddi yaşamda önlenemeyen baş aşağı gidiş ve daha da büyük oranlara varacağı söylenen işsizlik tehdidi, uygun koşullarla da birleşince halkın bir kesiminin faşist hareketin demagojik etkisine girmesine neden oluşturmaktadır.

 

Ulusal ve uluslararası planda hükümetler nezdinde açıktan savunuculuğu yapılmasa da geliştirilen politikalarda milliyetçiliği, ırkçılığı görmek mümkündür.

 

Emperyalist ülkeler, Nazi artığı faşistlerle yabancılara, sosyalistlere, Yahudilere (yeni yaratılan düşman Müslümanlara), v.d. ezilen halklara, kendi ülkelerindeki sol potansiyele faşizmin ayak sesleri hatırlatılarak “demokrasi” içinde boyun eğmelerinin ne kadar akıllıca bir iş olacağını göstermeye çalışıyorlar.

 

Tüm bu gelişmelerden faşizmin Avrupa’da “kapıdaki tehlike” olduğu sonucuna varılmamalıdır. Faşizm, metropollerde burjuvazinin en son başvuracağı yöntemdir. Ancak finans kapital, faşist hareketi elinin altında bulundurmak isteyecektir hazır kuvvet olarak… Neo-Nazi benzeri, Le Pen gibi faşist hareketlere göstermelik tavır alınacak, ama yok edilmeyecektir. Çünkü faşist hareket asıl olarak metropollerde gelişebilecek işçi hareketinin önünde, halkın çeşitli tepkilerinin önünde set olmak üzere her zaman yedekte tutulacaktır.

 

Üretimden kopuk, tamamen para politikaları üzerinden şekillenen ekonomik politikaların savunucusu da, uygulayıcısı da genellikle muhafazakâr ve sağ partilerden oluşan iktidarlar olmuştur.

 

Emperyalist-kapitalist ekonomi sadece üretilen her şey satılırsa normal işleyebilir. Bu da ancak insanların malların üretiminden elde edilen bütün geliri -işçilerin ücretlerini, kapitalistlerin karlarını- üretilen malları satın almaya harcarsa gerçekleşir. Ancak kapitalistler karların tümünü (kendi tüketimleri için veya daha da önemlisi yatırım için) harcamazlarsa o zaman aşırı üretim krizi sisteme yayılabilir. Mallarını satamayan şirketler buna tepki olarak işçilerini işten çıkarır ve girdi siparişlerini iptal eder. Bu da piyasanın daha da daralmasına yol açar. Yatırımın üzerinde bir tasarruf fazlası olarak başlayan süreç resesyona (durgunluğa) yol açar ki o da çöküşe dönüşebilir. Bu çöküşü ortadan kaldırmak için sürekli borç alınır ve geri ödenemeyen borçlar ise iflasa yol açar.

 

Son süreçte dünya ölçeğinde yapısal krizin daha da derinleşmesine yol açan ekonomik gelişme, kısaca yukarıda belirtildiği gibi olmuştur.

 

Tam da bu nedenle krizin daha fazla derinleşmesi sürecini ortadan kaldırmak ve sistemi yeniden üretebilmek için Keynesçi ekonomiye bir kez daha ihtiyaç duyulmuştur.

 

Keynesçi ekonominin özü şudur: Özel sektörün ağırlıklı olduğu, devlet ve kamu sektörünün de büyük bir role sahip olduğu karma bir ekonomik anlayıştır. Burada devlet anahtar role sahiptir. Devlet yatırım yaparak üretimi canlandıracak ve bunun sonucu olarak da tüketim artarak, ekonomi canlanacaktır.

 

İşsizliğe çözüm bulmak için de devlet büyüme odaklı bir para politikası uygulayacaktır.

 

Özet olarak, devletçi yanı ağır basan bir ekonomik politikadır Keynesçilik.

 

Devletçi politikaları her zaman sol iktidarlar benimseyip, uyguladıkları için, mevcut konjonktürde birçok ülkede sol partilerin iktidara gelmesi kaçınılmaz olacaktır.(*)

 

Nitekim Avrupa’nın kimi ülkelerinde şimdiden “sol partiler” iktidara gelmeye başlamıştır. Bu değişim süreci daha da devam edecektir.

 

Emperyalistler, ekonomik bunalımlarını genellikle savaşlarla aşmaya çalışırlar. Son süreçte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik yapılan işgaller bunun en yakıcı örneklerindendir. Ne var ki, ne yapılan işgaller, ne de savaşlar emperyalistlerin krizine çare olamamıştır. Üstüne üstlük savaşın ekonomiye faturası oldukça ağır olduğundan, kriz daha da derinleşmiştir.

 

Teknolojik ilerleme sayesinde, yeni buluşların yapılması, iletişim çağı, bilişim çağı ile tasarlanan birçok şey de krizi aşmaları için yeterli olamamıştır.

 

Sonuç olarak, çürümüş, köhnemiş bir sistem olan, emperyalist-kapitalist sistemin krizi yapısal olduğu için, hangi politikalar uygulanırsa uygulansın, hangi gelişmeler yaşanırsa yaşansın sistem krizini aşamayacak ve gerçek sosyalistlerin öncülüğünde yok olup giderek, sınıfsız-sömürüsüz bir dünya yaratılacaktır.

 

(*)Burada bir parantez açmakta yarar var. Avrupa’daki “sol partiler, sosyalist partiler”, gerçek anlamda proletarya ideolojisiyle donanmış, sömürüsüz, sınıfsız bir toplumu yaratmak için mücadele eden, varlık gösteren M-L partiler değillerdir. Avrupa’daki sosyalist partiler en fazla sosyal demokrat anlayışa sahip partilerdir. Ve onlar da emperyalist politikaları hayata geçirmekle yükümlüdür.

 

Kriz dönemlerinde “sol partilerin” iktidara getirilmesindeki diğer önemli bir neden de yoksulluktan, işsizlikten dolayı emekçilerin göstereceği tepkileri nötralize etmek ve bu tepkilerin sisteme, devlete yönelmesini engellemektir.