Dünya

Savaşlar Krize Çare Olamayacaktır..! (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Mart 2013 tarihli Devrimci Çözüm Dergisi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Serbest rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizme yani emperyalizme dönüşme sürecine, nihai krizle birlikte girmiştir.

 

Üretimin yoğunlaşarak, sermayenin birikmesi ve daralan pazarlar sonucu, bu sermayenin artı-değere dönüşememesi bu krizlerin yapısal ve sürekli olduğunu göstermektedir.

 

Artı-değer üretimi sürecinin aksaması –kesintiye uğraması-, sistemin kendi içinde zayıflamasına, hatta yok olmasına neden olacaktır. Bu durum krizin sürekliliğini gerçekleştiren koşulun da temelidir.

 

Sistemin dünya ölçeğindeki krizi her ülkede aynı düzeyde değildir. “Eşitsiz gelişim yasasıyla” uygunluk gösteren biçimiyle her ülke krizden farklı biçimlerde etkilenir.

 

Emperyalist ülkelerin arasındaki çelişkiler bu eşitsiz gelişim yasasının oluşturduğu farklılıklardan kaynaklanmaktadır.

 

Tarihe dönüp baktığımızda, dünya ekonomisi belli bir dönem dengeli biçimde ilerlerken bir süre sonra, bu eşitsiz gelişim yasalarıyla, bir kısım emperyalist ülkeler kriz dönemlerinde kan kaybederken, diğerleri ise güç toplayabiliyor. Örneğin; II. Paylaşım Savaşı sonrası, daha önceki hegemonik güç olan İngiltere kan kaybederken, ABD emperyalizmi hızlı bir kapitalist gelişme göstererek sermaye biriktiriyordu. Ayrıca II. Paylaşım Savaşıyla sağlanan askeri üstünlüğü sayesinde de dünyaya imparatorluğunu ilan ederek, egemenliği ele geçirdiğini gösteriyordu. Yer yer dengeler kimi dönemlerde diğer emperyalistlerden yana olsa da ABD emperyalizmi günümüz koşullarında da bu egemenliği sürdürmektedir.

 

Tüm bu denge ve dengesizlik ilişkileri, daralan pazarlar sonucu, emperyalistler arası çelişkileri de su yüzüne çıkarmıştır.

 

Geçmişte emperyalistler arası çelişkilerin had safhaya çıkması, paylaşım savaşlarını doğurmuştu. Çelişkilerin geçici olarak savaşlarla çözülmesi görece bir rahatlama sağlamış olsa da, sistemin yapısal krizi ve bu kriz süreçlerinden güçlü çıkan emperyalist ülkelere karşı üstünlük sağlama ve onun pazarlarına yeniden hakim olma mücadelesi emperyalistler arasında sürekli varolan bir durumdur

 

Mevcut konjonktürde yaşanan derin kriz, geçmişte çıkarılan paylaşım savaşları biçiminde bir çözüme gidemez.

 

Bu süreçte de krizin çözümü –geçici de olsa- savaşlarla olacaktır. Ancak bugün çıkarılan savaşlar, “düşük yoğunluklu savaş” biçimindedir. Emperyalistler, dünya ölçeğinde yeni bir paylaşım savaşını içinde bulundukları koşullar gereği göze alamazlar. Çünkü yeni bir paylaşım savaşı hepsinin yok oluşuna neden olacaktır. Bunu göze alamayacakları için yeni savaşlar, bölgesel ve yerel düzeyde çıkarılmaktadır.

 

Bugün dünyanın birçok coğrafyasında savaşlar ve işgaller olanca hızıyla devam etmektedir. Ayrıca birçok ülkede de savaş çıkarmak için zemin hazırlanmaktadır.

 

Mevcut süreçte bu savaşlar neden bu kadar yoğunlaştı? Bunun tarihsel ve sınıfsal anlamı nedir?

 

1929 bunalımından bu yana yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak adlandıracağımız bir süreçte bulunmaktayız.

 

2008’de tepe noktaya varan mevcut kriz bugün birçok emperyalist ülkeyi etkisi altına almış durumdadır. Kendini dünyanın imparatoru ilan eden ABD’den AB’ye ve diğer tüm emperyalist ve yeni-sömürge ülkelere kadar 2008 krizi dünya ölçeğinde tüm ekonomileri çökertmiş durumdadır.

 

Özellikle 2008’de krizin patlak verdiği ABD emperyalizmi ile AB emperyalizminin içindeki tüm ülkeler, ekonomik olarak en kötü dönemlerini yaşamaktadırlar.

 

14 trilyon dolar borçla dünyanın en borçlu ülkeler sıralamasında yer alan ABD’de bütçe açığı 1,4 trilyon dolara ulaşmış durumda.

 

Yoksulluğun, açlığın her geçen dün biraz daha arttığı ABD’de işsizlik oranları %10’u geçerek tarihi rekorunu kırmıştır.

 

Kamu borçları 16,7 trilyon dolar olan, dünyanın en büyük ekonomisi resesyona girerek, beklenen büyüme oranları giderek negatife dönüşmektedir.

 

İkinci kez Başkan seçilen Obama Hükümeti’nin ne geçen dönem, ne de bu dönem krize karşı almış olduğu önlemler bu durumu düzeltmeye yetmemiştir. Uygulamaya sokulan ekonomik politikaların hepsi, kriz karşısında boşa çıkmıştır.

 

Yukarıdaki verilerin de gösterdiği gibi, 2008 yılında başlayan dünya ölçeğindeki ekonomik kriz ile ekonomisi ciddi anlamda daralan ABD emperyalizmi, tıpkı 1929 bunalım döneminde başvurduğu yöntem olan (çözüm olsun diye) savaş ekonomisini tercih etmiştir.

 

Savaş ekonomisine başvurmak zorundadır çünkü, mevcut süreçte bütün emperyalist ülkelerde olduğu gibi, silahlanma yarışından kaynaklı olarak, silah stoklarının olağanüstü büyümesi –ki sanayi üretimini, savunma amaçlı silah üretimine, silah sanayiye yönelterek ekonomisini askerileştirmesi- söz konusudur.

 

Emperyalist sistem, mevcut konjonktürde de doğasına uygun davranarak, krizlerden çıkma –geçici de olsa rahatlama- için yeni savaşlar, yeni işgaller yapmaya başlamıştır.

 

Savaş ekonomisini başlatan emperyalistler siyasal düzlemde de birçok ülkede iktidar değişikliğine gitmişlerdir. Özellikle Avrupa kıtasında yaşanan derin kriz sürecinde Fransa’da, İtalya’da, İrlanda’da, İngiltere’de, Yunanistan’da, Danimarka’da, İspanya’da iktidarlar değişmiş ve yerlerine ağırlıklı olarak teknokratlar atanmıştır.

 

Yapılan bu siyasi değişiklikler ekonomik krizin derinleşmesini durduramamış, aksine çıkartılan tasarruf paketlerinin toplumda yarattığı etkiyle, toplumsal olayların önünü açmıştır.

 

Özellikle 2011 yılında alınan tasarruf önlemleri ve uygulanan yeni ekonomik politikalarla, ekonomilerin düzlüğe çıkacağı ve iyileşmeler olacağı beklentisi büyüktü. Ne var ki, bu beklenen gerçekleşmeyince savaş ekonomisini uygulayacakları “alanları” bir bir belirlemeye başladılar.

 

Ortadoğu’dan Afrika’nın kuzeyine kadar (ki sonuncusu da Fransa’nın Batı Afrika’da bulunan Mali’ye yaptığı operasyondur) birçok bölgede –kimine B.O.P. diyerek, kimine “Arap Baharı” diyerek- çok geniş bir alanda, büyük gerilimler yaratarak, “demokrasi ve barış”ı(!) tesis etme/ettirme adına bölgesel krizler çıkarmak koşuluyla iç savaşlar ve işgaller biçiminde yeni sürecin savaşlarını çıkardılar.

 

Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, AB emperyalizmi de (burada bir parantez açmakta yarar var, diğer emperyalist güç olan Rusya, Çin, Japonya gibi ülkeler, açık işgal ya da saldırılarda fiili olarak yer almasalar da, BM’de bu süreçlere onay vererek, halklara yapılan tüm saldırılara objektif olarak ortak olmuşlardır. Son süreçte Suriye’ye yönelik yapılmak istenen saldırıya onay vermemeleri Suriye’de yaşayan halkları ve halkların çıkarlarını düşündüklerinden dolayı değildir. Aksine kendi gelecek ve çıkarlarını düşündüklerindendir.) bu savaş ve işgallere ortak olarak, yeni hammadde ve ticaret pazarları ile krizlerine çare ararken bir yandan da, ellerindeki silahları pazarlayarak ve kullanarak elde ettikleri artı-değerle sermayelerini büyüterek, ekonomilerini düzlüğe çıkarabileceklerdir.

 

Fransa’nın Mali İşgali

 

2013 yılının Ocak ayında Fransa aynı mantıkla Batı Afrika’da bulunan Mali’ye operasyon düzenlemiştir.

 

2008 krizi, ABD’de başladı ve tüm dünyayı sardı, ancak bu krizin etkileri yoğun olarak Avrupa kıtasında bulunan/AB’yi oluşturan ülkelerde hissedildi.

 

AB’nin lokomotif ülkelerinden biri olan Fransa da krizin etkisinden nasibini aldığı için, ekonomisi dibe vurmaya başladı.

 

Ülkede yaşanan işsizlik son 13 yılın zirvesine ulaşarak %10,7 oranıyla 3 milyon kişiyi aşmış durumda. Sanayi üretimi durma noktasına geldiği için işten çıkarmalar, her geçen gün biraz daha artmaktadır.

 

Maastrich Antlaşması’na göre AB ortalaması %3,4 olan bütçe açığı Fransa’da %4,5’lere, cari işlem açığı ise %2,1’lere (AB’nin cari açık ortalaması %0,9’dur) ulaşmış durumda.

 

Bu veriler göstermektedir ki, Fransa ekonomisi tam bir resesyona (ekonomik küçülme ve yavaşlama) girerek, AB’deki rekabetçi gücünü yitirmek üzeredir.

 

İşsizliğin, yoksulluğun sürekli arttığı, hayat şartlarının ağırlaştığı Fransa’da ekonominin iyiye gitmesi için alınan önlemler de işe yaramayınca halkın Hollande’a olan güveni yitmiştir.

 

Hem halkın güvenini yeniden kazanarak iktidarını kaybetmemek için, hem de kötü giden ekonomiyi –geçici de olsa- düzeltebilmek için Fransa emperyalizmi de çare olarak savaşa başvurmuştur. (Tarihinde olduğu gibi…)

 

Bu çerçevede BM’lerin de onayıyla, kısmen ABD ve İngiltere’nin askeri yardımıyla geçmişte sömürgesi olan Mali’ye askeri operasyon düzenleyerek ülkeyi bir kez daha işgal etmiştir. Ayrıca bu operasyon Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAST)’nun onayıyla ve Nijer- Senegal ülkelerinin (operasyonda yer alma biçiminde) işbirliği ile yapılmıştır.

 

Fransa’da neden Afrika’nın yüzölçümü büyük nüfusu küçük olan ülkesi Mali’yi işgal etmiştir?

 

Mali bu sürece kadar askeri diktatörlükle yönetilmekteydi. (2012 Mart’ında bir yüzbaşı komutasında ülkedeki karışıklıklardan faydalanarak darbe yapmış ve yönetimi ele geçirmiştir.) Mali’deki iktidar ABD yanlısı bir tavırla ülkeyi yönetmektedir. (Askeri cuntanın başındaki yüzbaşı ABD’de eğitilmiştir.)

 

Zengin uranyum, altın, gaz ve petrol rezervlerine sahip olan Mali devleti bu rezervlerin işletilmesini emperyalist şirketlere, başta da Fransız şirketlerine devrederek onların sömürüsüne sunmuştur. Ne var ki, ülkede baş gösteren ayaklanmalar ve karışıklıklar sonucu emperyalistler ülkenin madenleri üzerindeki işletme ve kullanım haklarını kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir.

 

Burada bir parantez açmakta yarar var. Mali birçok din ve mezhebe dayalı kesimlerin oluşturduğu bir ülke. Müslümanların çoğunlukta olması nedeniyle, değişik İslamcı örgütler, darbeyle başa gelen ABD yanlısı askeri diktatörlüğe karşı iktidar mücadelesi vermektedirler. Mali’nin yeraltı zenginlikleri –madenleri- çoğunlukla ülkenin kuzey bölgesinden çıkarılmaktadır. Bu nedenle, şeriat devleti kurma düşüncesiyle faaliyet yürüten ve başta Ensar ed-din olmak üzere birçok radikal İslamcı örgütün yer aldığı Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi (MNLA) ülkenin madenlerle zengin kuzey bölgesini ele geçirerek bağımsızlık ilan etmiştir. Böylece ülke güneyi askeri cuntanın, kuzeyi ise isyancıların denetiminde olmak üzere ikiye bölünmüştür.

 

Emperyalistlerin askeri gücü olan NATO, sosyalist sistem çökene kadar ilişki ve işleyişini düşman olarak gördüğü sosyalist bloğa göre şekillendirmişti. Sosyalist sistem çöktükten sonra –objektif olarak “düşman” ortadan kalkmıştı. Ne var ki, varlığını sürdürmesi ve dünya halkları nezdinde meşruluğunu koruması için, kendine yeni düşman yaratmak zorundaydı. Özellikle Y.D.D. sürecinde gelişen fundamentalistleri –radikal dincileri- sisteme yönelik tehlike göstererek, “yeni düşmanını” belirlemişti. Bu belirlemeden sonra dincilere yapılacak her saldırı meşru olacak ve dünya kamuoyu nezdinde kabul görüp desteklenecektir. Bu meşru hak sadece NATO’ya değil, tüm emperyalist ülkelere ve onların militer güçlerine de verilmişti.

 

Bu bağlamda Fransa devleti de “özgürlük ve demokrasi” söylemi altında, Mali’deki radikal dincilere karşı bir operasyon başlatarak ülkeyi işgal etme hakkını kendinde görmüştür.

 

Oysa olayın gerçek yüzünün böyle olmadığı, bu durumun sadece “görünen” olduğunu belirtmek gerekir. ”Görünen”le olayların doğru değerlendirilemeyeceği gerçeğiyle hareket ettiğimizde bu operasyonun gerçek nedenlerinin bambaşka şeyler olduğunu söyleyebiliriz.

 

Bölünmeye kadar olan süre zarfında Fransız şirketlerce çıkarılan ve el konulan uranyum madeninin haklarının bölgeyi işgal eden İslamcı örgütlere geçmesi Fransa tarafından kabul edilemez bir durum yaratmıştır. Çünkü uranyum madeni, Fransız ekonomisi için önemli bir hammadde idi.

 

Bütün Avrupa’ya elektrik satan Fransa, elektrik üretimini sahip olduğu 66 tane nükleer santral sayesinde elde ediyordu ve elektrik ihracatının karşılığında da yılda 3 milyar euro gibi bir kar sağlıyordu. Nükleer santrallerin elektrik üretmesi için gerekli olan hammadde ise uranyum madeniydi ve bunun çok büyük bir kısmını Mali’den karşılayan Fransa için bu hammaddenin başkalarının eline geçmesi önemli bir kayıp olacak ve kriz içinde olan ekonomisi daha da kötüye gidecekti.

 

Tek başına bu gerekçe dahi Fransa’nın Mali’yi neden işgal ettiğini açıklıyor.

 

Ancak hiçbir olay, olgu ve şey tek nedenle açıklanamaz. Birçok nedene bağlı olsa da doğru değerlendirme ve sonuçlara varabilmek için önemli olan temel/belirleyen nedeni bulmaktır.

 

Daralan pazarlar, azalan kar payları, emperyalistlerin birbirleri üzerinde kurmak istedikleri egemenlik ve tüm dünyada hakim güç olma istekleri emperyalistler arası çelişkileri derinleştiren olgulardır.

 

AB ülkesi olan Fransa Mali’yi işgal planında, diğer emperyalist güçlerin desteğini almış olsa da, kendi askeri gücünü göstermek maksadıyla operasyonu tek başına düzenlemiştir. Mali’deki askeri cuntanın ABD yanlısı olması, ekonomik ve siyasal ilişkileri yoğunlukla ABD ile sürdürmesi Fransız emperyalistlerinin çıkarları açısından olumlu bir durum değildi. Kardan daha fazla pay kapmak ve kendi egemenliğini Mali’de sürekli kılmak için de bu operasyona ihtiyacı vardı.

 

Dünyanın en yoksul 25 ülkesinden biri olan Mali’ye yerleştiği takdirde (bu yerleşme kendi denetiminde bir iktidar kurma olarak algılanmalı) sömürgesi olan diğer ülkelere, özellikle Afrika’daki diğer ülkelere önemli mesajlar verecek ve askeri gücünü tüm ezilen-sömürülen dünya halklarına bir tehdit aracı olarak gösterecekti.

 

“Kapitalizmden doğup gelişen tekel artık kapitalizmin ölümü ve onun sosyalizme geçişinin başlangıcıdır, yani artık tarihsel bir dönem geride kalıyordu. Barış dönemi artık geride kalıyordu. Artık proleter devrimler çağı başlıyordu.” (Lenin)

 

Emperyalist sistemin yasalarını ortaya koyan Lenin’in belirttiği gibi çağımız proleter devrimler çağıdır. Ve biz emekçi halklar “yeni bir çağa” imzasını atana kadar mücadelelerini sürdüreceklerdir.

 

Ayrıca ne bu “tehditler” ne de bu savaşlar yapısal kriz içinde olan emperyalizmin yok olmasının önüne geçemeyecektir.

 

Çünkü er ya da geç ezilen ve sömürülen halklar emperyalistleri döktükleri kanda boğacak ve insanın insanca, özgürce yaşayacağı sosyalist sistemi kuracaklardır.