Gündem

Arada Kalan Bir İktidar: AKP (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Aralık 2002 tarihli Devrimci Çizgi Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Seçimlerin ortaya çıkardığı AKP iktidarı, bir yanıyla, geçmişte Erbakan’ın kendine ve partisine yakıştırdığı bir biçimde “anahtar” haline geldi ve hemen herkes bu anahtarı ele geçirmek, kendi politikalarına angaje etmek için yoğun bir çabaya girişti.

 

Tabii bu anahtar benzetmesi tersinden de yapılabilir ve bu kez de AKP iktidarını “herkesin üzerine oynadığı, kendi adına yarıştırmak istediği bir “at”a benzetebiliriz. Bu durumda da bütün kesimlerin AKP iktidarına yakınlaşma çabaları bu “at” üzerinden kazanma isteği olarak yorumlanabilir.

 

AKP iktidarı her kapıyı açan “anahtar” mı, yoksa herkesin kendi adına yarıştırmak istediği “at” mı olacak; bu, süreç içinde daha net görüntüsüyle ortaya çıkacaktır, ancak bazı şeyleri görmek için de süreci sonuna kadar beklemek gerekmiyor.

 

AKP hiçbir kapıyı açmayacak ve sonuçta herkesin üzerine oynayıp kendi adına yarıştırmak istediği ve bu nedenle de yorgunluktan dermanı kesilecek bir “at” olacaktır.

 

Herkes AKP’ye Bir Yandan Vururken Bir Yandan da Okşuyor

 

Bugün ortaya çıkan görüntüye baktığımızda, şimdiye kadar ne ülkemizde, ne de dünyada yaşanmamış bir durumla karşılaşıyoruz ve bu durumu ne uluslararası, ne de iç hukuk ve geleneklerle bağdaştırmak mümkün. Başbakan atamasından başlayalım; ülkemiz tarihinde görülmemiş bir başbakan atamasına tanık olunmuştur Kasım seçimleri sonrasında. Cumhurbaşkanı, öncesinde verdiği keskin demeçlere karşın, başbakanı AKP Başkanı (milletvekili bile olmayan, yasaklı, davalı, kovuşturmalı ve bu nedenler dolayısıyla da partideki konumu dahi tartışmalı bir kişi olan) R. Tayyip Erdoğan’a danışarak atamıştır; daha doğrusu Erdoğan belirlemiş, Cumhurbaşkanı da “noter” gibi bunu onaylayıp açıklamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneklerinde, tarihinde böyle bir örnek yoktur.

 

Alternatif, seçim öncesi yapılan açıklamalar doğrultusunda kimseye danışmadan bir başbakan atanmasıydı ki şu anda ne oligarşi içi dengeler, ne de uluslararası ilişkiler böyle bir işleme izin verecek durumdadır. Yapılacak en (doğru olmasa da) “yararlı” iş, AKP iktidarını denetim altında tutmak, başka angajmanlara girmesini engellemekti. Bunun tek yolu da uzlaşmayı kabul etmekti. Uzlaşmanın koşulu ise ağır olmuş, R. Tayyip Erdoğan, hem de Cumhurbaşkanı nezdinde muhatap olarak kabul edilmiş, onun önerdiği isimlerden biri başbakan olarak atanmıştır.

 

Şu ana kadar AKP’in kopardığı tek taviz de budur desek yanlış olmaz. Oligarşi, seçimlerin hemen sonrasında bürokrasiyi harekete geçirmiş ve başta dışişleri olmak üzere, AKP üzerinde sıkı bir denetim doğrudan bürokrasi vasıtasıyla kurulmuştur. Aynı denetim önümüzdeki günlerde savunma, içişleri, hazine ve maliye bürokrasisinden de beklenmelidir. Oligarşi (1) kesinlikle yeni bir Refah deneyine izin vermeyecek ve devlet kurumlarındaki siyasi kadrolaşmaya set çekecektir. Yargı desteğindeki bürokrasinin yanı sıra, Cumhurbaşkanı’nın açık ve gizli, ordunun da el altından yapacağı uyarı ve ikazlarla AKP iktidarı belli bir rotaya sokulmaya ve özellikle de bir an önce oligarşinin bölge politikalarına uyumu sağlanmaya çalışılacaktır.

 

Özetlersek, AKP seçimleri kazanmıştır ama siyasi otoritenin bir parçası olabilmesi için daha birçok noktada kendini kanıtlaması gerekecektir ve bu da hemen her fırsatta AKP liderlerine hatırlatılmaktadır, hatırlatılacaktır. AKP ise bunun farkındadır ve gerek ülke içi, gerekse parti içi dengeler nedeniyle sistemi fazla zorlayacak bir davranıştan özellikle kaçınmaktadır.

 

Ülke içi ve parti içi dengeler konusuna kısaca açıklık getirirsek; bugün Türkiye’de var olan bütün dengelerin sarsıldığı ve ülkenin tüm yönleriyle (ekonomik, siyasal, sınıfsal, ulusal, sosyal, vb. vb.) büyük bir kaosun eşiğinde olduğu bilinen bir olgudur. Bu kaosu başlatacak tetik mekanizmaları ise kurulu beklemektedir:

 

- Ekonomi İMF’nin bir işaretiyle oldukça derin bir krize girecek durumdadır.

- Siyaset 3 Kasım seçimleriyle bir alt-üst oluştan geçmiş, sistemin tüm siyasi yapısı neredeyse sıfır noktasına gelmiştir.

- İşçi ve emekçilerin tepkileri bugüne dek birtakım sarı sendika ve kuruluşlar aracılığıyla denetim altında tutulmuş ise de artık bu olanağın da miadı dolmuştur.

- Ulusal açıdan oligarşiyi sıkıştıran tek olgu Kürt sorunu değildir; Kıbrıs vardır, AB vardır ve bunlar da aşasına gelmiş dayanmıştır.

- Sosyal açıdan ise çürüme-yozlaşma had safhadadır. Bu bir yanıyla sömürüyü kolaylaştıran bir olgu olsa da, uzun vadede sistemin temellerini-insan unsurunu yok eden bir olgudur. Bu çürümeye müdahalenin yöntemleri ve içeriği iyi saptanmadığı takdirde, sisteme yönelecek yeni bir tehlikenin yaratılması kaçınılmaz olacaktır.

 

Evet, bütün bunlar Türkiye’nin kararlı bir politik hatta ilerlemesine izin verir durumda değildir. AKP’nin hatalı bir adımı hemen her alanda bir kaosun başlangıcı olabilir ve böyle bir durum başlamadan bitecek bir AKP iktidarı anlamına gelir.

 

İkinci olarak, AKP içi dengeler de AKP’nin kararlı bir politik hatta ilerlemesine izin verir durumda değildir. AKP bir tasfiyenin aracı ve ürünüdür, tasfiyeden elde kalanlardır; bu anlamıyla da, bir bozgundan kaçanların-kurtulanların aralarında olabilecek birlikten daha fazla birlik harcına sahip değildirler. Kaçanların, ihanet edenlerin birliğidir daha açık deyimiyle. Ki bu toplama, derme-çatmalık durumu seçimler öncesi katılan “ikbal avcıları” ile daha da derinleşmiş ve AKP tam anlamıyla bir yamalı bohçaya dönüşmüştür. Bakanlar Kurulu’nda yer alan isimler ve sonrasında, meclis başkanlığı seçiminde Bülent Arınç’ın(2) kendini dayatması bu derme-çatmalık durumunun hiç de hafife alınmaması gerektiğini göstermektedir.

 

Ancak burada özellikle vurgulamak gerekir ki, bu ilişkide belirleyici ve yönlendirici olan AKP veya R. T. Erdoğan değil, bizzat AB ülkeleridir. AB tam da üyelik müzakereleri için tarih verilmesi gereken ama vermeyecekleri bir noktada, yani Türkiye-AB ilişkilerinin çıkmaza gireceği bir noktada, ülke içi dengelere müdahale(3) etmenin bir yolunu AKP’ye el atmakta bulmuştur. Ki bugün tekelci sermayenin bir kesiminin de AKP’ye oynayarak sarsılan ekonomik-siyasi konumunu düzeltme peşinde olduğunu da göz önüne aldığımızda, AKP’de kendini ifade eden bu yeni oluşumun hiç de yabana atılmayacak bir güç ortaya çıkardığını kabul etmemiz gerekecektir. Ki oligarşinin bu denli temkinli davranmasının temel nedenlerinden biri de budur zaten.

 

AB veya ABD’nin AKP eliyle iç dengelere müdahalesi hangi sonuçları yaratır. Bunu bugünden kestirmek kolay olmasa da, AKP’nin uzun süre böyle bir işlevi göremeyeceği açıktır. Dış destek bir süre sonra (AB nedeniyle demokrasi, insan hakları vb. kavramların maskeleyici-koruyucu işlevi de bir süre sonra bitecektir) AKP’yi vuran bir olgu haline gelecektir ve oligarşi bu konuda epeyce ustalaşmıştır. Diğer yandan, AKP içi dengeler de böyle bir politikayı sürdürmesine engeldir. Bir süre sonra, özellikle AB konusunda çatlak seslerin çıkması kaçınılmazdır. En önemli nokta ise, AKP’nin aldığı onca oya rağmen, ülke içi dengelerde oldukça güçsüz olduğu ve güçlenmesine de izin verilmeyeceği gerçeğidir. Sermayenin iflas etmiş, iflas etmek üzere olan ve yolsuzluk operasyonlarına hedef olmuş kesimi dışında, büyük sermayeden AKP’ye, özellikle bu konuda bir destek yoktur. Büyük sermayenin AKP’den beklediği istikrardır; demokrasi, insan hakları değil. Bunun için de oligarşinin iç ve dış politikalarına uyum şarttır.

 

AB ve ABD, AKP eliyle asıl olarak Kıbrıs sorununa müdahale etmek istemiş, ancak bunun önü kısa sürede kesilmiş, oligarşi neredeyse yekvücut Kıbrıs konusunda “ulusal” politikaların savunucusu olmuştur. AKP’ye sınırları hatırlatılmıştır. Aynı şey Irak ve Kürt devleti konusunda da geçerlidir; AKP’ye bu konuda da sınırlar çizilmiştir.

 

Görünen o ki, AKP zafer sarhoşluğu içinde “bir şeyleri değiştirebilir miyim?” umuduyla, iç ve dış desteklerle bazı noktalarda birtakım yoklamalarda (zorlama değil) daha bulunacaktır. Ancak bütün bu yoklamaların boşuna olduğunu, bir şey elde edemediği gibi arada kalıp sürekli darbeler yediğini kısa sürede anlayacak ve gerek oligarşi ile emperyalist merkezler arasındaki dengelere, gerekse de oligarşi içi dengelere uyum gösterecektir.

 

AB veya ABD ise daha önce Mesut Yılmaz, Kemal Derviş, vb. eliyle denediği iç dengeleri etkileme, denetleme çabasından vazgeçmeyecek, bunu AKP ile de sürdürmeye çalışacaktır. Ancak sonuçta onlar da asıl muhataplarıyla bir pazarlık yapmak zorunda olduklarını ve belli ödünler vermeden istediklerini elde edemeyeceklerini anlayacaklardır. Çünkü dünya eski dünya değil; sadece sosyalist sistem değil, emperyalist-kapitalist sistem de dağılmış durumda ve sistem içinde otoriteyi yeniden kurmanın, sağlamlaştırmanın yolu biraz zaman, biraz sabır ve biraz da güç gerektiriyor.

 

DİPNOTLAR:

 

1. Mahir Çayan tarafından formüle edilmesinden itibaren her türlü sataşmanın konusu olan “oligarşi” kavramının bugün oldukça revaçta olması bizler açısından şaşırtıcı değil. Küçük burjuvazinin, mevcut devleti, sınıfları, sınıfsal güç dengelerini, ekonomik-siyasi yapıyı, iç ve dış ilişki ve çelişkileri açıklamak için kullandığı bütün ithal kavramlar ihlas etmiştir. Kavramlara gizemli bir güç yükleyerek ideoloji ürettiğini sanan küçük burjuvazi bu kez de dört elle oligarşi kavramına sarılmış, her olgu ve olayı oligarşi kavramı çerçevesinde açıklamaya başlamıştır. Ancak bu Mahir’deki biçimiyle net, açık tanımı ve sınırları-içeriği belli bir oligarşi kavramı değildir. Tam tersine, ne olduğu, sınırları, kapsamı, içeriği belirişiz bir oligarşi kavramıdır bugün küçük burjuvazinin siyasi literatüre damgasını vuran. İn midir, sin midir ne olduğu belli olmayan, öylesine belirsiz, kimliksiz bir oligarşi kavramıdır bu. Demokrasi mi, oligarşi istemiyor; özgürlük mü, oligarşi engelliyor; haklar mı, oligarşi gasp ediyor. Bu açık, ancak sorunun bundan sonrası karışıyor, çünkü oligarşinin karşısına çıkarılanlara baktığımızda “kimdir bu oligarşi?” demek zorunda kalıyoruz. Bu anlayışa göre, TÜSİAD oligarşinin karşısındadır; Mesut Yılmaz oligarşinin karşısındadır; kısacası demokrasi, özgürlük, hak-hukuk diyen herkes oligarşinin karşısındadır. TÜSİAD kimdir? Tekelci burjuvazinin en seçkinlerinin örgütlenmesi. Mesut Yılmaz’ın kim olduğunu anlatmaya bile gerek yok. O halde, bunları bile dışlayarak tüm devlete egemen olan oligarşi kimdir? Komik gelecek ama bugün oligarşi kavramını dillerine pelesenk edenlerin çoğu açısından devlet de, oligarşi de birkaç general, birkaç MİT-kontrgerilla yöneticisi ve Ecevit, Bahçeli gibi birkaç burjuva siyasetçisidir. Bunlar olmasa demokrasi de gelecek, özgürlükler de gerçekleşecek, hak ve hukuk düzeni de kurulacak!.. Ancak bunlar bütün devleti ele geçirmişler ve her türlü yöntemi kullanarak bu iktidarlarını kaybetmemeye çalışıyorlar!.. Gerçekten komedidir bu. Bütün bunlar siyaset adına, politika-taktik üretme adına ileri sürülüyor. Aslında bütün bunlar oligarşi kavramının arkasına saklanmadan, bu kavram kullanılmadan doğrudan söylense az-çok siyasetten haberi olan herkesi güldürecek sözlerdir. Ancak dedik ya, küçük burjuvazinin en önemli özelliklerinden biri teorik-ideolojik sefaletini kavramlara sihirli-gizemli anlamlar yükleyerek, dahası kavramları anlamsızlaştırarak gizleme yeteneğidir. Bugün de küçük burjuvazinin teorik-politik, felsefi iflasını oligarşi, vb. kavramlarla gizlemeye çalıştığına tanık oluyoruz.

 

2. Bülent Arınç’ın AKP’ye katılması da, birçoğunun katılımında olduğu gibi, tereddüt ve pazarlıklarla gerçekleşmiştir. Pazarlığın en çetin geçtiği isimlerden biridir B. Arınç; öyle ki uzun süre katılıp katılmayacağı tartışılmış ve son anda AKP’ye katılmıştır.

 

3. Müdahale o denli açık ki, bir yerde artık komediye varıyor. Bugüne dek bakanları, kırmızı pasaport taşıyanları bile salt Türkiye’den geldikleri için sınır kapılarında, havaalanlarında süründüren AB gümrükleri, R. T. Erdoğan’ı ve maiyetini hiçbir kontrole tabi tutmadan, vizesiz normal pasaportlarla içeri almaktadır. Dahası, R. T. Erdoğan gittiği her yerde başbakan, devlet başkanı protokolüyle ağırlanmakta, bu düzeylerde görüşmelere katılmaktadır. Bu bir yanıyla Türkiye oligarşisine meydan okumadır da. AB ülkeleri açıktan “Sen ne yaparsan yap, ben bu adamı başbakan olarak tanıyorum ve muhatap alıyorum” demektedir. Türkiye’nin milletvekili bile yapmadığı, parti başkanlığını bile elinden almaya kalktığı birini böylesine ağırlamak her şeyden önce uluslararası protokol kurallarına, geleneklerine aykırıdır. Türkiye oligarşisi ise şu anda pragmatist davranarak bütün bunları görmezden geliyor. 12 Aralık’a kadar, R. Tayyip Erdoğan’ı da kendi politikaları doğrultusunda AB ile ilişkilerde kullanmak istiyor. 12 Aralık sonrasında ise, alınan sonuca bağlı olarak, bu kuralsızlıkları gündem getirecektir. Gündeme getirme sitayiş mi olur, protesto mu, teşekkür mü olur, suçlama mı; o, dediğimiz gibi, 12 Aralık’ta alınacak sonuca göre biçimlenecektir.