Kadın

Kadına Şiddette Dinin Etkisi (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Mart 2013 tarihli Devrimci Çözüm Dergisi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Dini her dönem çıkarları için kullanan emperyalistler ’90’lı yıllarda geliştirdikleri “yeşil kuşak” politikası çerçevesinde, ülkemiz dahil dünyanın bir çok yerinde “Ilımlı İslam” söylemini ortaya atarak gericiliği artırırken, baskı ve sömürüsünü gizlemekte bir maske olarak kullanmıştır.

 

Dinci ve ırkçı düşünceleri temsil eden “Milli Görüş” geleneğinden “gömlek değişikliği” söylemi ile bir “kopuş” yaşadığını iddia eden gerici-faşist bir parti olarak Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), emperyalistlerin “ılımlı İslam” politikası çerçevesinde 2000’lerin başında kurulmuş ve 2002’deki seçimlerle iktidar olması sağlanmıştır.

 

İçerisinde birçok tarikat, cemaat gibi dinci-gerici örgütlenmelerin yanında milliyetçi, ırkçı kesimleri de barındıran AKP, emperyalizmin ve oligarşinin temsilciliğini ve sözcülüğünü yaparken, yine onların talimatları ve onayı ile din-İslamiyet- temelindeki propaganda ve yaptırımlarıyla gericiliği kuvvetlendirmiştir. Emekçi halklar bunların bilimsel düşüncelerden (egemen sınıfların denetiminde ve kontrolündeki bilimin ne kadar gerçek bilim olduğu-olacağı ayrı bir konu olmakla birlikte) giderek uzaklaştırılarak idealizmin bataklığına itilirken, üzerlerinde giderek yoğunlaşan baskı ve sömürüye karşı itaatkarlık, kanaatkarlık ve şükürcülük anlayışı beyinlere kazınarak zaten oldukça düşük olan halk alma bilinci köreltilirken gericilik ve ırkçılık arttırılmıştır.

 

Bin yıllardan bu yana devam eden kadın sorunu da bu minvalde biçimlenirken, bu sorunu besleyen din olgusu ile desteklenerek günümüze kadar taşınmıştır.

 

Ülkemizde de kadın sorunu ve bunun bir parçası kadına şiddet yıllar içerisinde belli biçimsel değişikliklere uğrasa da özü itibariyle hiçbir değişikliğe uğramadan devam etmiş, dini gericilikle yoğrularak daha da derinleşmiştir. Dini propagandayı bir an olsun terk etmeyen efendilerinin sözcüsü iktidar partisi, yasal düzenlemeler ve uygulamalarla gericiliği arttırarak bu sorunun daha da büyümesine neden olmuştur.

 

Sınıflı toplumlarla birlikte kadının toplumsal yaşamda ikinci sınıf vatandaş olarak görülen bu konumu dini söylemlerle pekiştirilerek, hakim kılınan erkek egemen anlayış çerçevesinde bakılmaya ve korunmaya muhtaç bir varlık, sahibine-erkeğine- itaat eden bir köle durumuna getirilmiş, erkeğin gölgesinde tutularak ona tabi kılınmıştır. Kadını aşağılayan, baskı altında tutarak kişiliksizleştiren, kimliksizleştiren bu anlayış ayetlerle desteklenerek “meşrulaştırılmaya” çalışılmıştır.

 

Kadının erkekten geri olduğunu- böyle yaratıldığını-, bu nedenle her durum ve koşulda susup “kaderine” boyun eğmesini, erkeğin kölesi ve zevk aracı olarak ona, efendisine itaat etmesini, aksi takdirde dayak dahil üzerindeki her türlü tasarruf hakkının sahibi olan erkekte olduğunu aşağıdaki ayet açık ve net olarak açıklamaktadır.

 

“Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. (…) Allah'ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da "gayb"ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. (…)” (Nisa Suresi).

 

Dini propagandayı yoğun bir şekilde kullanan gerici-faşist AKP iktidarı döneminde kadının toplumsal yaşamdaki yerine ve kadın sorunun aldığı boyuta baktığımızda durum çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle neredeyse katliam boyutlarına ulaşan kadına şiddet olaylara baktığımızda durumun vahameti görülmektedir. son on yılda kadına yönelik şiddet vakalarında %1400 oranında bir artış yaşanan ülkemizde ortalama her gün üç kadın töre, namus, gelenek-görenek, kıskançlık, vb. nedenlerle babası, kocası, sevgilisi, sevgilisi, ağabeyi ve hatta oğlu tarafından öldürülmektedir.

 

Emperyalizmin “Ilımlı İslam” politikası çerçevesinde yeniden biçimlendirdiği tarikat, cemaat, ocak vb. dinci-gerici örgütlenmeleri iktidar partisi aracılığıyla destekleyerek dini propagandayı yaygınlaştırmaktadır. Egemen sınıf tarafından her türlü maddi destek sunulan bu örgütlenmeler emekçi halkı kendi etrafında toplayarak bir yandan inanç sömürüsü yaparken diğer yandan da toplumda hakim kılmaya çalıştığı itaatkarlık ve şükürcülük anlayışı ile kitlelerde zaten oldukça zayıf olan hak alma bilincini köreltmektedir. Dinin etkisi ile “namus” kavramına sıkıştırılan kadın üretim ilişkilerinden kopartılarak düzenin giderek gericileşen aile kurumunun içine çekilip eve hapsedilmektedir.

 

Erkek egemen sömürü düzeni gerek dini gerekse de hukuki olarak kadının ikinci sınıf vatandaş konumunu olumlayıp onaylarken, fiziksel bir şiddete maruz kalmamış olsa bile tüm emekçi kadınlar yoğun bir psikolojik baskılanma altına alınarak sindirilmeye çalışılmaktadır.

 

Emperyalistler ve oligarşi sömürü aracının parçası ve en etkili yönlendirme aracı olarak kullandığı yazılı ve görsel medya ile, şiddet olaylarına timsah gözyaşları eşliğinde yoğun bir biçimde yer vererek kadının tarihsel ezilmişliğini kanıksatmaya çalışarak kadın cinsi üzerinden tüm emekçi halka gözdağı verip, korku dağları yaratarak çaresizlik algısı oluşturmaktadır.

 

Yine aynı şekilde kadının kurtuluşunda ve özgürleşmesinde önemli bir mihenk taşı olan, birlik, dayanışma ve mücadele günü 8 Mart Dünya Emekçi Kadınların Mücadele Gününü, sınıfsal ve tarihsel içeriğinden soyutlayarak, içini boşaltmaya çalışmakta, 8 Mart’ı örgütlü sınıf mücadelesinden uzaklaştırarak karanfillerin dağıtıldığı bir karnavala dönüştürmek istemektedir.

 

Döktüğü timsah gözyaşları ve dağıttığı karanfillerle dost görünmeye çalışan emperyalizm ve oligarşi gerçek yüzünü gizleyerek emekçi kadını sindirerek, yok saymaya devam edip kaderine razı etmeye çalışmaktadır.

 

Toplumun ve yaşamın kadını ve kadın özelinden tüm topluma uyguladığı sınıfsal, ulusal ve cinsel baskı ve zorla teslim almaya, kendisi için “zararsız” hale getirmeye çalışmaktadır.

 

Dini gericiliği de kullanarak kendisini ezen, mutfağa ve ev işlerine zincirleyerek hapseden, evin ve erkeğin kölesi haline getirerek aşağılayan, aptallaştırarak kişiliksizleştiren, ancak daha ucuz işgücüne ihtiyaç duyması halinde çalışma yaşamının içine dahil ederek sömürü aracı haline getiren, kadını eve hapsederek “namus” ve “ahlak” kavramını yücelterek kendisini akladığı bir araca dönüştürmüştür.

 

8 Mart 1957’de New York’ta 40 bin dokuma işçisi kadının binyıllardır süren tarihsel ve toplumsal ezilmişliğine karşı “Eşit işe eşit ücret!”, “8 saatlik işgünü”, “Daha iyi çalışma koşulu” talepleriyle başlattıkları grev ve bu grevi bastırmak için egemenler tarafından çalıştıkları fabrika ateşe verilerek yanan 129 kadının mücadele yoludur. Bu haklı mücadelenin 1910’da Clara Zetkin başkanlığında II. Kadın Enternasyoneli tarafından tüm dünya emekçi kadınlarına mücadele günü olarak armağan edilen, kadının kurtuluşu ve özgürleşmesi mücadelesinin sınıf kardeşi erkeklerle birlikte sömürüye ve baskıya karşı verecekleri sınıf mücadelesinden bağımsız olmadığının ilan edildiği gündür.

 

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü özelinde kadının özgürleşme mücadelesinin devrim mücadelesinden bağımsız olmadığı, insanın insanlaştığı, insanın özgürleştiği sınıfsız ve sömürüsüz bir sistem için mücadelede olduğunu göstermiştir.

 

Yaşamın yarısını oluşturan kadın bu köhnemiş düzene karşı verilecek mücadelede kendini örgütleyerek yerini alacak olan kadınlar, özgürleşme yönünde önemli adımlar atacaktır. Örgütlendikçe mücadele edeceğiz, mücadele ederek özgürleşeceğiz.