Kültür-Sanat

En Çok Satanlar En İyiler midir?.. (*)
 

(*Bu yazı ilk defa Şubat 1999 tarihli Devrimci Çözüm Dergisi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.)

 

Bir roman düşünün; ilk basımı 50 bin olarak piyasaya çıkarılıyor ve hemen tükenip 2. basıma geçiliyor. Ve “yok” satılıyor… Ve basımı yapılır yapılmaz, roman listelerini alt-üst ederek en fazla okunan kitaplar arasında birinci sıraya yükseliyor. Ve yılın son ayında basımı yapılmasına rağmen, neredeyse yılın en fazla okunan kitabı unvanını alıyor. Tabi bunca yoğun talebin ardından, korsan yayıncılar da hemen faaliyete geçerek, bir o kadar da onlar basımını yaparak, bu kapış kapış satılan kitabı piyasaya sürüyorlar.

 

Bırakın roman-kitap okuma oranını, gazete okuma sıralamasında dahi dünyada son sıralarda yer alan ülkemizde, nasıl oluyor da bir roman bu kadar yoğun satılıp, okunabiliyor? Ve üstelik daha okunacak da… Çünkü bu türden kitaplar, ülkemizde 20-30 baskı yapabiliyor.

 

Sözünü ettiğimiz bu kitabın Orhan PAMUK’un “Benim Adım Kırmızı” adlı kitabu olduğu herkes tarafından tahmin edilmiştir. Ama biz bu yazıda Orhan PAMUK’un “Benim Adım Kırmızı” adlı romanını ele alıp, konusunu, edebi yönünü değerlendirip eleştirmeyeceğiz. Bu kitabın ele alacağımız yanı, bu kitap ve benzeri romanların günümüz koşullarında ve ülkemiz gerçekliğinde bu denli yaygın okunmasının nedenlerini ve bu tip romanların konusuyla, anlattıklarıyla kitleleri hangi yönde etkileme amacı taşıdığını, neye hizmet ettiği.

 

Medya aracılığıyla sürekli gündemde tutularak reklamı yapılan Orhan Pamuk’ların, O. Atay’ların, B. Uzuner’lerin, A. Altan’ların ve daha birçok yazarın ve durumu, kendi sanat çevrelerinin taktığı etiketle -postmodernist- kendi gerçekliklerini çok iyi biçimde ortaya koymaktadır aslında.

 

12 Eylül sonrası devrimciler cephesinde oluşan yenilgi atmosferi ve ortaya çıkan boşluk sonucu toplumu tamamen depolitize edip, ekonomik ve sosyal politikalarını rahatça yaşama geçirme zemini bulan oligarşi, iktidarını sağlamlaştırmanın en önemli araçlarından birinin de toplumu kültür ve sanat cephesinde kendi çürümüş ideolojisiyle kuşatmak olduğunu biliyordu.

 

Korku ve yılgınlığın diz boyu olduğu bir dönemde kitleleri depolitize etmenin araçlarından biri baskı ve terörken, onunla at başı bir ideolojik bombardıman başlattı. “Yeni” sanat ve edebiyat akımları ve ürünleri, “yeni sanatçı ve edebiyatçılar” ilk bu dönemde piyasaya sürülmüştü.

 

Tıpkı şimdiki gibi sahne aynıydı, senaryonun özü aynıydı, ancak dekor ve aktörler farklıydı. O süreçte ‘Eylülist’ olarak nitelendirilen sanat-edebiyat akımları ve sanatçıları söz konusuydu. Ve bunların ortak yanı, 12 Eylül sonrası sürecine uygun tarzda, oligarşi tarafından belirlenmiş; egemen ideolojinin, kültürün, halklar açısından benimsenmesi, yine 12 Eylül’ün politikalarının uygulanabilmesi için kitlelerin hazırlamması biçimlendirmesine yönelikti. Ve oligarşinin tüm olanakları (açık-gizli) bunların hizmetindeydi, egemen kültürü oluşturmak için istedikleri gibi kullanabilirlerdi. O dönem, bu “sanatçı ve edebiyatçı”ların eserlerinde işlemeleri gereken tek ve en önemli konu, 12 Eylül öncesinin devrimci mücadelesini, devrimcileri ve temel olarak da devrim ve sosyalizmi “estetik değerleri” de kullanarak kötüleyen, karalayan eserler üretmekti. Yine bu eserlerde bireyciliği, bencilliği, yılgınlığı ve korkuyu aşılamaktı, devletin büyüklüğünü, karşı konulmazlığını, ona karşı örgütlenmemeyi aşılamaktı.

 

Buydu o dönemin sanatçı ve edebiyatçılarından istenen. Ve oligarşinin bu isteklerinin, kendi çıkarıyla da uyuştuğunu görerek, bir anlamda onursuzluğu tüm hücrelerinde taşıyan ve beynini, yüreğini, kalemini üç-beş kuruş için satan bu “sanatçılar” sayesinde oligarşi istediklerine ulaşıyor, istediklerine ulaştıkça bu tür sanatçılara sağladığı olanakları arttırıyordu. Ne edebi yönü olan, ne de içerik olarak bir değer taşıyan bu eserler, sağlanan olanaklar sayesinde kitlelerce kapış kapış alınıp okunuyor ve sahipleri, “sanatçı” olarak toplumda yer edinerek tüm yaşamlarında elde edinemeyecekleri para ve şöhrete kavuşuyorlardı. Latife Tekinler, Ahmet AItan’lar, Sinan Çetin’ler 12 Eylül sonrası oluşturulan sanat ve edebiyat akımının çarpıcı örneklerindendir.

 

Kültür-sanat cephesinde bu politikaları boşa çıkaracak, karşısına kendi sanat ve edebiyatını koyacak devrimci bir alternatifin bulunmayışının yarattığı boşlukta bu ürünler kendilerine belli bir taban bulmuşlardır.

 

Özellikle sosyalist sistemin çökmesiyle birlikte kitlelerde sosyalizme inanç ve güvenin sarsıldığı bir dönemde, insanlık için en iyi sistemin kapitalizm olduğu, tarihin sonunun geldiği, ideolojilerin ve özellikle de Marksist ideolojinin öldüğü, sınıflar mücadelesinin ortadan kalktığı demagojileriyle bir ideolojik bombardıman başlatıldı. Postmodernizm bu dönemde ortaya çıktı. En önemli özelliği aydınlanmaya-akla karşı gelmesi, tarihselliği, sınıfsallığı ortadan kaldırması ve tarihsel ilerlemenin olmayacağı düşüncesini savunmaktı.

 

Her şeyin temelsiz olduğu, gelip geçici olduğu, tarihsel sürekliliğin olmadığı tezinden hareket eden postmodernizm, bellek duygularının yitirildiği, tüm inanç ye değerlerin terk edildiği, yabancılaşmanın ötesinde parçalanmışlığın yaşandığı, özcesi dünün ve yarının olmadığı sadece anın-bugünün yaşandığı bir felsefenin savunusuydu. Ve bu akım yaşamın bütününde etkisini göstermeliydi/ gösterdi de.

 

Sonuç itibariyle, yaşadığımız çağda sistemin içinde bulunduğu durumun ülkemize de yansıması –ki bu yansıma ‘80 döneminden başlayarak yaşanan gelişmelerle günümüze gelinceye kadar çeşitli aşamalardan geçmiştir- ile birlikte, günümüz koşullarında düzene alternatif ve tüm halkları mevcut düzene karşı örgütleyip, devrimci mücadeleye katacak, güçlü bir devrimci hareketin olmayışı, kültürel cephede bu akımın kendine bir yer edinmesini sağladı.

 

Bugün “bu akımın en iyi temsilcisi benim” yarışı içinde olan ve egemenlerin ideolojisini kitlelere hakim kılmaktan başka, bir amaca hizmet etmeyen bu “sanatçı ve aydın” kesiminin eserlerinde işlenen en önemli tema inançsızlıktır, değersizliktir, kimliksizliktir, hiçliktir, parçalanmışlıktır, yüzeyselliktir, geleceksizliktir, gösteriş ve imajdır.

 

Hiçbir estetik kaygı taşımadığı gibi, hiçbir edebi türün içine sokulamayacak, şekilsiz-belirsiz ürünlerdir bu postmodern eserlerin özelliği… Özcesi sistemin yaratmış olduğu yabancılaşmanın ötesinde tam olarak parçalanmış kişilikler yaratma amaçlıdır. Sistemin değerlerini-değersizliğini benimsetme amaçlıdır. Yine sistemin kirlenmişliğini, çirkin yüzünü, dahası çürümüşlüğü, yozlaşmayı, bir bütün olarak ahlakını -ahlaksızlığını- meşrulaştırma amaçlıdır. Her şeye -ülkemizde yaşanan tüm sorunlara duyarsızlaştırmayı-bananeciliği amaçlamıştır; Varsa-yoksa bireyin kendisi, yaşamı ve yaşamdaki bencilliğidir. Hiçleşmiş, parçalanmış, kimliksiz bir bireydir yaratılmak istenen.

 

Sisteme karşı gelmeyen, örgütlenmeyen, hakkını aramayan, kendi kabuğuna çekilip kendini yaşayan bireyler oluşturmaktır amaçlanan. İşte bunun sanatı ve edebiyatıdır postmodernizm. Yaşadığımız koşullarda oluşturulan anlayış ve “sanatçılar” da bunun aracıdır.

 

Romanda da, öyküde de, şiirde de, görsel ve işitsel tüm sanat dallarında da amaçlanan budur, kitlelerin önüne allayıp pullayarak, makyajlayıp cilalayarak sürülen budur. Milyonlarca liralar ve sistemin istediği biçimde bilinç yaratmaya hizmet eden bu ürünlerdir.

 

Önemli bir başka nokta daha var ki o da ülkemiz gerçekliğinde kitap okuma oranı en fazla olanların, “solcular” ve aydın-demokrat olarak nitelenen kesimler olmasıdır. Bu nedenle eseri pazarlarken, hedef alınan temel kitle, bunlardır ve onların ilgisi ve beğenisini çekecek kimi argümanlar da kullanmak gerekir. (Ayrıca sosyalizmden, devrimden umudunu kesmiş ve bu noktada güvenini kaybederek düzene entegre olmaya çalışan eski “solculara” da büyük görevler düşmüştür ve egemenlerin “sol”dan sözcüleri-ideologları olan bu kişiliklerin yaratıcılıkları ve düşünceleri sayesinde, bu türden “eser”lerin aydın ve sol çevrelerce de benimsenmeleri sağlanmıştır.) Örneğin eserin sahibi “sanatçılar”, ülke politik gündemine duyarlıymış gibi görünüp kimi toplumsal olaylarda “kendince” bir yer edinmeli ve ne kadar “duyarlı” ve “demokrat” bir insan olduğunu kitlelere göstererek, demokrat ve ilerici çevrelere de kendini benimsetmelidir. Bunu başardığı oranda, bu kesime de doğal reklamını yapmış olacak ve eserleri bu kesimlerce de sahiplenilip okunacaktır.

 

İşte tam da bu nedenle, Orhan Pamuk “benim tek yaşama amacım vardı; o da roman yazmak; kendime yazmaktı, ama öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, benim bile sesimi çıkarmama neden oldu” derken bile reklam peşindedir.