Yazılar

Emperyalist Sistemdeki Parçalanma Yeni Bir "Devrimler Dönemi"nin de Habercisidir... (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Aralık 2002 tarihli Devrimci Çizgi Dergisi’nin 6. sayısında Başyazı olarak yayımlanmıştır.)

 

Bir sürecin bitip yeni bir sürecin ilk adımlarının atıldığı günlerdeyiz.

 

Yeni süreç, emperyalist dünyada ve buna bağlı olarak ülkemiz özgülünde, kurulu sistemlerin siyasi, ekonomik, kültürel, vb. vb. her açıdan parçalanma sürecidir.

 

Böyle bir parçalanma aynı zamanda dengelerin, statülerin bozulması ve yeni statülerin, dengelerin oluşması anlamına gelir.

 

Emperyalist-kapitalist sistemin iç çelişki ve çatışmalarının giderek keskinleşmesiyle derinleşen bu yeni süreç aynı zamanda yeni denge ve statü arayışına girişen dinamikleri-güçleri de ortaya çıkarmaktadır.

 

“Her düğünde nişanlı, her cenazede ölü” olmaktan geri durmayan küçük burjuvazi günümüzde de sözünü ettiğimiz arayışların önemli bir aktörü durumundadır. Dünya çapında sürdürülen küreselleşme karşıtı akım, küçük burjuvazinin bu süreçte nasıl bir rol oynayacağının göstergesidir. Örgütsel-siyasal merkezilikten yoksun özerk kurum, kuruluş ve kişiler olarak, neredeyse her ay dünyanın bir yerinde(1) “küreselleşme”nin acı sonuçlarından yakınmakta, sömürü ve yağmanın “kabul edilebilir” ve “sürdürülebilir” bir düzeye çekilmesi için emperyalist sistemin efendilerine çağrılar-protestolar çıkarmaktadır.

 

Küçük burjuvazinin bu anarşist (sivil toplumcu) yanlar taşıyan kesimi dışında “ulusal” söylemi ön plana çıkaran, genelde emperyalizme, özelde ABD, İMF, DB’na karşı bir görüntünün oluşmasına özel olarak dikkat eden, daha resmi, daha politik bir kesimi daha var. Miting meydanlarından, protesto gösterilerinden ziyade seçim sandıklarında, parlamentolarda kendini gösteren bu kesimin en canlı örneklerine Venezüella’da, Brezilya’da, Ekvator’da tanık oluyoruz. Eski “komünist”lerin veya eski darbecilerin önderliğinde ve bunların kişiliğine bağlı hareketler ABD, İMF, DB karşıtı söylemlerle kitlelerin tepkisini değerlendirip iktidarı ele geçirmişlerdir. Popülist politikalarla emperyalist sömürüye sınır getireceklerini sanan bu unsurların hayal kırıklıkları Venezüella’da, Chavez deneyimiyle aslında açığa çıkmış ve işin ciddiyeti yavaş yavaş kavranmaya başlanmıştır. İşin ciddiyetinin hissedilmesiyle birlikte, alternatif bir örgütlenme temelinden yoksun, salt popülist bir söylem üzerine inşa edilmiş bu hareketlerin-liderliklerin güçsüzlükleri de ortaya çıkmaya başlamıştır.

 

Yeni sürecin dinamiklerini ele alırken yeni sömürge ülkelerdeki işbirlikçi yerli sermayelerin durumunu da yakından irdelemek zorundayız, çünkü bu süreçte bir kesim işbirlikçi yerli sermaye, emperyalist tekellerin kanatları altında korunmaya alınırken bir kısmı dışlanmaya, elindekilere de el konulmaya başlanmıştır. Yeni süreç bu anlamıyla yeni sömürge ülkelerdeki işbirlikçiler içinde de bir tasfiye sürecidir. Ancak bu tasfiye her yerde kolaylıkla gerçekleşememekte, Türkiye gibi ekonomik-siyasi yapısı, coğrafi konumu belli özgünlükler içeren yerlerde, yerli işbirlikçilerden bir kesimi bu tasfiyeye karşı direnmekte ve bunun ideolojisini-politikasını oluşturmaktadır.

 

Bunlar da “ulusal” söylemi ön plana çıkartmalarına karşın, bunların “ulusalcılığı” bir kısım Latin Amerika ülkesinde şekillenen ve yukarıda örneklerini saydığımız küçük burjuva hareketlerin “ulusalcılığı”ndan farklıdır. Bunlar arasında ulusallık şoven yanı ağır basan bir ulusallıktır ki burada ırkçı yan çoğu kez gizlenemeyecek ölçüde açıktır. Emperyalizme karşı da, diğer halklara karşı da bu ırkçı tonların ağır bastığı, şoven ulusalcı demagoji öne çıkarılır. Türkiye’deki son 4-5 yıllık gelişmeler, ABD ve AB ile ilişkilerde ortaya çıkan “ulusalcı”, “bağımsızlıkçı” ve Kemalizm şemsiyesi altında toplanmaya çalışılan yaklaşımlar bu çerçevede değerlendirilebilir.

 

Buradaki her bir yaklaşım-grup sınıfsal, tarihsel özellikleriyle ayrı ayrı ele alınıp değerlendirilebilir, ancak sonuçta varılacak sonuç değişmeyecektir. Bu yaklaşımlar, sınıfsal yapıları nedeniyle emperyalizmin alternatifi olabilecek bir oluşumun önderi ve aktörü olamazlar. Bu sınıflar açısından sorun emperyalist-kapitalist sistemi ortadan kaldırma değil, sistem içerisinde kendilerine daha avantajlı bir yer kapabilmektir. Bütün sorunları bu çerçevededir ve her aşamada uzlaşmaya, anlaşmaya hazırdırlar. Sonuçta da bu anlaşmayı-uzlaşmayı gerçekleştirirler, gerçekleştirmek zorundadırlar.

 

O halde, alternatifi başka yerde aramak gerekir ve bu noktada işçi-emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadeleleriyle bir alternatif ortaya koyup koyamayacakları üzerinde durmamız gerekiyor.

 

Bir bakış açısından böyle bir şey mümkün değildir, çünkü işçi-emekçi sınıfların alternatifi sosyalizmdir ve bu deney dünyada bir kez yaşanmıştır. Aynı deneyin, aynı başarısızlıkların ikinci kez yaşanmasını kimse, başta da işçi-emekçi sınıflar istemez. Diğer bir bakış açısından ise, böyle bir alternatif mümkünüdür. Bu alternatifin sahibi de yine işçi-emekçi sınıflar ve onların siyasal örgütlenmeleri olacaktır.

 

Birinci bakış açısının kaynağında ideolojik-siyasal yetmezliğin yanında, yenilgi psikolojisi ve bunun yarattığı teslimiyet duyguları yatar.

 

Birinci bakış açısı, günümüz koşullarında burjuvazinin yanı sıra her türden yılgın, teslim olmuş, düşünsel ve örgütsel planda devrimle, devrimci örgütlenmelerle bağlarını koparmış, düzene uyum sağlama çabasında olanların ve bur türden unsurların bir araya geldiği örgütlenmelerin savunduğu bir bakış açısıdır.

 

İkinci bakış ise, her koşulda “devrim” idealini yaşatanların, devrim mücadelesini sürdürenlerin düşüncesidir; teslimiyetin değil, direnmenin ifadesidir.

 

Birinci bakış açısını savunanlar burjuvaziye hak vermeye, söylediklerine inanmaya başlamıştır. Onlar açısından artık burjuva yaşam tarzı hiç de reddedilecek, mahkum edilecek bir olgu değil, tam tersine, ulaşılması gereken bir mertebe, bir hedeftir. Bu anlamda da, bir alternatifin gerekliliğine de inanmazlar. Artık onlar açısından, sistemin önlerine serdiği bireysel alternatifler söz konusudur.

 

İkinci bakış açısında ise, burjuvazi hala bir sınıf düşmanıdır ve burjuva düzen hala insanların emeklerini, yaşamlarını, geleceklerini ve sonuçta insanlıklarını tüketen bir değirmendir insanı kurtarmak için bu değirmenin yıkılması gerekir. Bunun da tek yolu vardır: Devrim.

 

Ezilen-Sömürülen Emekçi Kitlelerin İsyanı “Tek Yol Devrim”de İfadesini Bulmalıdır!

 

Devrim bilinç demektir, irade demektir ve örgütlenme demektir.

 

Bilinçlerin köreltilip çarpıtıldığı, iradelerin kırıldığı, örgütlenmelerin dağıtılıp denetim altına alındığı bir süreçte yeni bir “devrimler dönemi”nden söz etmek ne derece doğrudur? Bu soru her insanımızın aklına gelmiştir, gelmek zorundadır.

 

Toplumsal siyasal olayları salt determinist bir bakışla ele aldığımızda, elbette ki bugünkü koşullarda yeni bir “devrimler dönemi”nden söz etmek mümkün değildir. İşçi-emekçi sınıflar siyasal bilinçleri ve örgütlenme düzeyleriyle böyle bir dönemin habercisi olmak bir yana, engeli durumunda bile sayılabilir. Keza işçi-emekçi sınıfların devrim mücadelesine önderlik edecek siyasal yapılanmalar açısından da durum vahim görünmektedir. Dünyada ve ülkemizde böyle bir dönemin görevlerinin üstesinden gelebilmeyi bir kenara bırakalım, böyle bir dönemi görebilme yetenek ve birikiminden dahi yoksun durumundadır bu “siyasal önderlik” mekanizmaları.

 

Kendi iç sorunları içerisinde boğulan, politika üretmekten aciz, en iyi koşulda, bir direnme noktası bulup orada tutunmaya çalışan bir Marksist-devrimci soldan söz edebiliriz. Bu durumda olan Marksist-devrimci sol örgütlenmelerin kitleleri yeniden “Tek Yol Devrim” sloganı etrafında birleştirip, emperyalizm ve oligarşiye karşı bir sınıflar savaşını sürdürebilmesi elbette ki mümkün olmayacaktır.

 

Ancak siyasal ve toplumsal süreçlerde etkin olan bir güç daha vardır: İnsan iradesi. İdeolojik-siyasal bilinçle donatılmış örgütsel-kolektif iradeden söz ediyoruz elbette ki.

 

İradi unsur dışlandığında, olayların kendiliğinden gelişimi karşısında seyircilik kabullenildiğinde, yapılacak en doğru “eylem” beklemektir. Zamanın bütün yaraları iyileştirmesini, bütün yanlışlıkları düzeltmesini beklemek! Böylesine, sorun ve problemlerin çözümünü, haksızlıkların, yanlışlıkların düzeltilmesini, zulmün son bulmasını, vb. vb.ni zamana bırakmak, aslında bütün sorunları “Allah’a havale etmek”ten başka bir şey değildir. Bugün de “koşullar bu, insanlar böyle, ne yapılabilir ki!” deyişlerinin “kader!”, “felek!” yakınmalarından zerre kadar farkı yoktur aslında.

 

Bu durum, sadece kitlelerle yüz yüze gelen, kitle çalışması yürüten devrimciler açısından söz konusu değildir. Siyasi iradeler, bu iradeleri bekleyen unsurlar da ”Godot”yu beklemektedir günümüzde. Bu politik üretimsizliğin, bu gündem dışında kalmanın başka bir anlamı ve nedeni yoktur: Devrimci irade askıya alınmıştır.

 

İradeyi bir bilincin üzerinde şekillenen ve bir hedefe yönelik yapma-değiştirme kararlılığı olarak kabaca tanımlarsak, bugün iradelerin askıda-boşlukta kalmasının nedenleri de aşağı-yukarı belirlenmiş olur.

 

Birincisi, iradenin üzerinde biçimlendiği “bilinç” unsurunda bir eksiklik-çarpıklık olması gerekir ki, bu oldukça somut bir gerçektir. Türkiye solunun bilincinde, kimsenin açıkça itiraf edemediği bir biçimde, Marksist-Leninist teori ve pratiğe, yaşanan deneyimlere karşı güvensizlikle, kayıtsızlıkla (bunu sahiplenmeme olarak da kavramlaştırabiliriz) tanımlayabileceğimiz bir çarpıklık oluşturulmuştur. Solun geneline bakıldığında, herkes Marksist’tir ama 200 yıllık bir Marksist tarih karşısında alınan tavırlara bakıldığında nasıl bir Marksizm’in savunulduğu pek de anlaşılmaz. Yenilgiler, olumsuzluklar yoktur bu tarihte. Bırakalım yenilgilere, olumsuzluklara sahip çıkılıp üstlenilmesini, tarihimizdeki yerlerinden dahi edilirler. Kim ki yenilmişse (bu yenilgi 70 yıl sonra da olsa fark etmez) bizden değildir bu anlayışa göre. Kendilerini aklamayı, hiçbir sorumluluk-yükümlülük altına sokmamayı amaçlayan bu türden tavırların altı eşelendiğinde karşımıza çıkan doğrudan doğruya anti-Marksizm’dir. Felsefi olarak da, siyasal olarak da Marksizm’e aykırı bir yaklaşım biçimidir bu. Böyle bir yaklaşımla ele alınan Marksizm, doğallıkla pembe bir tarihe sahip, kimsenin şikâyetçi olamayacağı, kimsenin de karşı çıkamayacağı, etliye-sütlüye karışmayan bir Marksizm’dir. Bu Marksizm’de devrimler, özellikle de Ekim Devrimi yoktur; bu Marksizm’de anti-faşizm hiç yoktur. Yine bu tarihte revizyonizm, oportünizm, tasfiyecilik hiç mi hiç yoktur. Geriye kalan, ak saçlı, aksakallı, eli yüzü düzgün, devrimcilikten soyutlanmış, peygamber gibi iki ihtiyar filozoftur.

 

Bu türden anlayışlara sahip “sol”un, ne denli Marksist-sosyalist-komünist vb. iddialar taşırsa taşısın, herhangi bir irade oluşturması beklenemez. İdeolojik-siyasi yaklaşımlarını dahi güçler dengesine, burjuvazinin çizdiği sınırlara göre saptayan bir “sol” un burjuvaziden (daha doğrusu güçlüden) bağımsız, her türlü çarpıklıktan kurtulmuş bir bilince sahip olması, bu doğrultuda bir irade sergilemesi olanaksızdır.

 

Bilinçlerdeki bu çarpıklığın giderilmesi, 200 yıllık tarihe ve bu tarihin her şeyine sahip çıkmakla, bu tarihsel çatışmanın gereğini bugüne taşımakla mümkündür.

 

Pratikten bağımsız bir bilinç şekillenmesi-oluşması düşünülemeyeceğine göre, bugünkü çarpık bilinçleri düzeltmenin önemli bir yönü de pratik faaliyettir. Pratikte burjuvazi ve onun güçleriyle karşılaşmadan, böyle bir karşı karşıya olma duygusunu yaşamdan (Bu karşılaşmanın ille de sokaklarda, meydanlarda, mevzilerde, işkence tezgâhlarında olması gerekmiyor. Yaşam tarzıyla da, düşünce biçimiyle de bu karşılaşmaların yaşanması önemlidir.) bilinçlerdeki çarpıklığı giderme iddiaları tümüyle temelsizdir, gerçek değildir.

 

Sol tarihe çıkmıyor ve sol siyasal pratikten, siyasal gündemden kopmuş durumda. Ama sol, tarihine ve bu tarihin köşe taşlarına, ne denli olumsuz olursa olsun, sahip çıkacak ve sol yine siyasal pratiğin, siyasal gündemin önemli bir etkeni olacaktır. Bu bir hayal değil, boş bir umut da değil. Bu yazının amacı da ne hayal ne de umut tacirliği yapmaktır. Amacımız gelecek günlere bilinç, irade ve fizik olarak kendimizi hazırlamaktır.

 

“Tek Yol Devrim” sloganının yeniden ezilen kitlelerin isyan çığlığı haline gelmesi çok uzak değil.

 

Uzak değil, çünkü burjuvazi bütün sermayesini tüketmiş durumda. 90’lı yılların başından itibaren cepten yiyen sermaye bugün neredeyse sıfırı tüketmiş durumdadır.

 

Özellikle de ülkemiz gibi yeni sömürge ülkelerde durum daha da vahim bir haldedir, çünkü sıfırı tüketen uluslararası sermaye bütün gücüyle yeni sömürge ülkelere yüklenmekte ve gerektiği noktada bu ülkelerdeki işbirlikçilerini harcamakta, gözden çıkarmaktadır.

 

Dünyada ve ülkemizde krizler, bölgesel savaşlar olarak kendini gösteren uluslararası sermayenin çıkmazı ve bu çıkmazdan kurtulma çabası en önemli sonuçlarını emekçi halkların yaşamlarında göstermektedir. Emekçi halklar gittikçe yoksullaşmakta ve açlık sınırına varmaktadır. Sadece ülkemizde değil, dünyanın hemen her köşesinde, yoksulluğun, sefaletin yarattığı trajediler gazetelerin üçüncü sayfalarını işgal eder durumdadır.

 

Elbette ki, giderek kötüleşen ekonomik-sosyal statülerini kendi bireysel trajedileri olarak kavrayıp bireysel çözümler arayanlar olduğu gibi, bu durumu ekonomik-siyasal sistemin sonucu olarak görenler de var. Bunlar azınlık değil ve arayışları da bireysel çözümler noktasında değil, tüm toplumu kapsayan kolektif çözümler planında gerçekleşiyor.

 

Böyle olması da doğal, çünkü dünya daha 10-15 yıl öncesine kadar, en köklü ve en karmaşık toplumsal sorunların bu yöntemle çözüldüğü bir dünya idi. Emperyalist-kapitalist sistem tüm “beyin yıkama” çabalarına karşın, 10-15 yıl öncesinin dünyasını hala insanların beyninden, belleğinden silememiştir.

 

Küçük burjuvazinin arayışları, çözüm önerileri bir süre insanları cezbedebilmiştir, bu açık bir gerçek. Salt bireysel çözümler anlamında söylemiyoruz. Küçük burjuvazi doğası gereği her zaman bireysel çözümleri, bireysel kurtuluşları öne çıkarır, ancak küçük burjuvazinin önemli bir özelliği de, dikkatleri sorunların gerçek temelinden uzakta tutabilmektir. Küçük burjuva politikacılığının bir anlamı da budur. Günümüzde de küçük burjuvazi aynı işlevi görmektedir. Giderek yükselen kitlesel tepkileri doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme karşı değil de, neredeyse bir kalkınma-demokrasi projesi olarak sunulmaya çalışılan “küreselleşme” kavramına yöneltme çabaları bu noktada iyi bir örnektir. Keza, anti-emperyalist bilinç ve tepkileri anti-küreselleşmecilik adı altında ve esas olarak çevreciliği, en fazla borçların ertelenmesini temel alan bir çerçevede, birkaç büyük “gelişmiş” ülke yönetimine çevirmek de aynı türden örneklerdendir. İlginç olan da, bu türden gösteri ve toplantılara bazı emperyalist devletlerin de (özellikle AB üyesi ülkelerden Fransa’nın bu konudaki politikası ilginçtir) temsilci göndermesidir.

 

Ancak küçük burjuva çözümler de miadını doldurmuştur. Hiç de çözüm olmadıkları, tam tersine, oyalama ve tepkileri başka hedeflere kanalize etme, nötralize etme dışında bir fonksiyona sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır.

 

Ki bu türden organizasyonlar esas olarak emperyalist merkezlerde biçimlenen ve orada taban oluşturan organizasyonlar olmuştur. Yeni sömürge ülkelerdeki muhalefet hareketlerinden (marjinal bazı örnekler dışında) bu organizasyonlara aktif bir katılım yoktur. Başlangıçta bu türden gelişmelere karşı elbette bir ilgi olmuş, dikkatle incelenmişlerdir, ancak bir süre sonra ortada herhangi bir örgütlü hareket olmadığı, yapılanların giderek “zirve turizmi”ne dönüştüğü görülmüştür.

 

Geride kalan yine devrimdir, yine Marksist-devrimci soldur.

 

Bugün ne denli zayıf olsa da, ne denli güçleri dağılmışsa da, alternatif dinamikler esas olarak Marksist-devrimci sol kesimdedir ve önümüzdeki sürecin yeni bir “devrimler dönemi” olması bu kesimin taşıdığı dinamiklerle mümkündür.

 

Devrimci Hareket de bu anlamda sürecin dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Bunun için gereken tarihsel-pratik deneyime, ideolojik-politik derinliğe sahiptir.

 

Yaşanan olumsuzluklar, karşı karşıya kalınan saldırılar elbette ki Devrimci Harekete güç kaybettirmiş, programını aksatmıştır. Ancak sahip olunan birikim ve deneyimle bunlar aşılmış, Devrimci Hareket kendi programı doğrultusunda, mücadelenin üzerine yüklediği görevleri gücü oranında omuzlamaya başlamıştır.

 

Devrimci Harekete gönül vermiş herkes, bu hareketin ülkemiz ezilen haklarına karşı bir borcu olduğunu unutmamalıdır. Bu borcun ödenmesi kaçınılmaz bir görev olarak ömür boyu omuzlarımızda duracaktır. Bu borçtan kaçanlar özünde insanlıktan, emekçi halklardan ve kendinden kaçmaktadır. (2)

 

Borcun adı devrimdir, mücadeledir, direnmedir. İnsanlığımı koruduğumuz sürece de bu borçtan kaçmamız mümkün değildir.

 

Kim nerede ve nasıl bir yol ararsa arasın, biz yine “Devrim” demeye devam ediyoruz ve edeceğiz de!

 

DİPNOTLAR:

 

(1) Elbette ki, bu protesto “yer”leri rasgele seçilmiyor. Nerede önemli bir zirve, toplantı varsa, küreselleşme karşıtları da orda oluyor. Bu gösterilen giderek “zirve turizmi”ne dönüştüğü de söylenebilir bu noktada.

 

(2) Borç denildiğinde, bu harekette emeğim var, karşılığını istiyorum” diyerek kötü alacaklı gibi, hareketin karşısına dikilen tasfiyeci kalıntılarını hatırlamamak mümkün değil. Bunların ne olduğu, nereye gitmek istedikleri Devrimci Hareket için hiçbir zaman bir sır olmamıştı. Gidecekleri yer belliydi ve oraya gitmişlerdir. Her sorunu kendi bireysel emeği çerçevesinde ele almak burjuva bireyciliğin en üst noktasıdır ve bunlar ’90 sonrası sadece hareketimizde değil, tüm solda marazi bir durum olarak kendini göstermişlerdir.

 

Bugün durumu ne olursa olsun, ister bir kenara çekilmiş, ister hala mücadelenin bir ucundan tutuyor olsun, bir zamanlar Devrimci Hareketle ilişkisi olan herkes bu harekete çok şey borçlu olduğunu unutmamalı. Şurasında veya burasında, hiç önemli değil, bu hareketle ilişkisi olan herkes bu ilişkiden çok şey kazanmıştır. Bu hareket ilişkide olduğu her insana onur vermiştir, kimlik vermiştir, kişilik vermiştir, bilinç vermiştir, bilgi vermiştir, güç vermiştir.

 

Hiç kimse bu kazandırılan değerleri soyut bir “emeğim var” demagojisiyle küçümseyemez, harekete karşı büyük bir borç altında olduğunu inkar edemez.

 

Herkes bu borcun bilincinde olmalı, atacağı adımlara, sarf edeceği sözlere bu anlamda dikkat etmelidir. Yoksa bu borç kendini hatırlatıyor, hatırlatır da…