Yazılar

Irak Krizinin Bir Başka Yüzü: EMPERYALİST SİSTEMDE PARÇALANMA (*)

 

(*Bu yazı ilk defa Aralık 2002 tarihli Devrimci Çizgi Dergisi’nin 6. sayısında Orta Sayfa Yazısı olarak yayımlanmıştır.)

 

Emperyalist istem hızlı bir parçalanma süreci yaşıyor. Öyle ki, Ekim Devrimi’nin hemen ardından temelleri atılmaya başlanan ve özellikle de II. Paylaşım Savaşı ertesinde giderek güçlendirilen emperyalist “bütünsellik”, tüm yönleriyle (ekonomik, siyasi, vb. vb.) ve kelimenin tam anlamıyla “çatır çatır” parçalanmaya başlamıştır. (1)

 

Doğal olanı, olması gerekeni de budur, çünkü bizim burada “bütünsellik” olarak ifade ettiğimiz, Mahir’in entegrasyon kelimesiyle ifade ettiği bu “birliktelik”, koşulların dayattığı bir zorunluluktu ve 90’lardan itibaren bunu zorunlu kılan koşullar ortadan kalkmıştır. Artık tüm emperyalistleri için “sınırsız özgürlük” dönemi açılmıştır. Ancak yaşanan on yıllık süreç göstermiştir ki, bu “sınırsız özgürlük” bir yanıyla sınırsız emperyalist saldırganlık ve terör, diğer yanıyla da emperyalist sistemin giderek daha büyük çelişki ve çatışmalar içine yuvarlanması, daha derin çıkmazlara saplanmasıdır. Başka bir şekilde ifade edersek, “sınırsız özgürlük” dönemi, emperyalist sistem açısından “sınırsız çelişki ve parçalanma” ile “sınırsız çatışma ve savaş” dönemidir.

 

Parçalanma salt emperyalist merkezler arası çelişkilerin keskinleşip uzlaşmaz boyutlara ulaşmasıyla sınırlı değildir. Emperyalist merkezler dışında, sistemin şurasında-burasında yer alan tüm ülkeleri kapsayan bir parçalanma söz konusudur. Emperyalist zincir içinde yer alan tüm ülkelerin egemen sınıfları sistem içindeki yerlerini, ilişkilerini, ittifaklarını yeniden gözden geçirip değerlendirmektedir. Bunun anlamı emperyalist sistemin en küçük birimine kadar büyük bir parçalanma yaşamasıdır ve bugün böyle bir süreç hızla gelişmekte, emperyalist merkezlerde ortaya çıkan çelişki ve çatışmalar, emperyalist zincir içindeki tüm ülkelerde ve daha keskin biçimlenişler altında yansımışını bulmaktadır.

 

Tam da bu noktada, dünya ve ülkemiz özgülünde her geçen gün yeni bir aşamasına tanık olduğumuz bu parçalanma sürecinin, emperyalizm ve oligarşinin sözcüleri tarafından “yeniden yapılanma” ve “değişim” süreci (2) vb. gibi nitelemelerle kitlelere sunulmak istendiğine tanık oluyoruz.

 

“Yeniden Yapılanma” ve “Değişim” Sürecinin Temel Özellikleri

 

Öncelikli soru, gerçekten de bir “yeniden yapılanma” veya “değişim ”den söz edilip edilemeyeceğidir.

 

Gerek dünya çapında, gerekse ülkemiz özgülünde bir “yeniden yapılanma” ve “değişim” sürecinin yaşandığı açıktır. Bu herkesin gördüğü somut bir olgudur. Ancak sorun bunu görmekle çözülmüyor. Görmenin ötesinde, bu “yeniden yapılanma” ve “değişim” e bir anlam kazandırmak, bu kavramları yorumlamak gerekiyor ve bütün sorun da buradan çıkıyor.

 

Bu noktada kavramların oldukça zorlandığı açık. Kavramları, zaman ve mekandan, somut koşullardan ve en önemlisi de sınıfsal çıkar ve politikalardan soyutlayıp onlara ille de kendi istediğimiz anlamları yüklemeyi hedefleyen bir zorlama ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

 

Emperyalizm ve oligarşinin sözcüleri-demagogları bugünkü süreci tamamen “olumlu” işlevlere sahip bir “yeniden yapılanma” ve “değişim” süreci olarak sunmaya çalışırken, tam da yukarıda vurgulandığı biçimiyle, sorunu zamandan, mekandan, somut koşullardan ve özellikle sınıfsal çıkar ve politikalardan soyutlamaya çalışıyorlar. Neredeyse “cennetten çıkma”, tüm kötülüklerden ve gerçeklerden soyutlanmış bir “yapılanma” ve “değişim” kavramları vardır karşımızda.

 

“Yapılanma” kavram olarak ele alındığında başıbozuk, düzensiz bir kümenin, grubun, iş ve faaliyetin vb. vb. bir sistem ve düzen içinde bir araya getirilmesidir. Bunun “yeniden” olması ise ya eskinin dağılmasına ya da işe yaramaz hale gelmesine bağlıdır. (3)

 

Günümüz açısından ele aldığımızda, sosyalizmin varlığına bağlı olarak şekillenen dünyanın ekonomisi, siyasi, askeri, coğrafi, vb. vb. yapısı, 90’lardan itibaren dağılmıştır. Özellikle vurgulamamız gerekir ki, burada söz konusu olan “sosyalizmin dağılması” değil, bir bütün olarak “dünyanın dağılması” dır. Bu anlamda da bir dağılmadan söz ediliyorsa, bu sadece “sosyalizm” le sınırlı bir dağılma değildir; dağılma aynı zamanda ve özellikle bugün emperyalist-kapitalist sistemi de kapsayan-belirleyen bir dağılmadır.

 

Sorunun bu yanı başından itibaren gözden kaçırılmaya çalışılmıştır. Verilmek istenen hava şudur: Sosyalizm dağılmıştır, emperyalist-kapitalist sistem her şeyiyle sapasağlam ayaktadır. Bu hava bugün sönmüş, emperyalist-kapitalist sistemin de bir dağılma-parçalanma süreci yaşadığı somut biçimleriyle görülmeye başlanmıştır. Aslında bu, emperyalist-kapitalist sistemin doğal halidir ve emperyalist-kapitalist sistemin merkezlerinde ilk günden itibaren bu sürecin hazırlıkları yapılmaktadır: Sosyalizm-komünizm tehdidi ortadan kalktığı anda emperyalist-kapitalist sistem kendi doğasına dönecek ve dünya bir kurtlar sofrasına dönüşecektir ve bu sofradan pay alabilmenin tek yolu güçlü ve aynı zamanda saldırgan olmaktan geçmektedir.

 

Diğer bir deyişle, 20. yüzyıl başlarındaki koşullara bir dönüşten de söz edebiliriz. Olağanüstü güçlenen tekelci sermaye (sermayenin bugünkü yoğunlaşma ve merkezileşme düzeyini “olağanüstü” nitelemesiyle dahi yeterince vurgulamak mümkün değildir) dünyayı paylaşmanın kavgasına girişmiştir. 20. yüzyıl başında en ücra, keşfedilmemiş topraklara kadar sermayesini taşıyan uluslararası tekeller bugün aynı aç gözlülükle, sosyalizmin 70 yıl boyunca emperyalist yağmanın dışında tuttuğu, dünyanın üçte birini yutmanın kavgasını yürütmektedirler.

 

Emperyalistlerin dünyayı kendi özgül çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırma kavgasıyla karşı karşıyayız ve bu boyutuyla ele alındığında, ortada “olumluluklar” yüklenebilecek tek bir olgu yoktur. Bu durumda bir yeniden yapılanmadan değil, olsa olsa bir yeniden paylaşımdan söz edilebilir ve bugün olan da, bütün boyutlarıyla bir yeniden paylaşmadır. Yeniden paylaşma ise çatışma demektir, savaş demektir. Irak’ta çakacak bir kıvılcımın Irak’la sınırlı kalacağının garantisi yoktur ve bugün kimse bu garantiyi vermediği için Irak sancısı kangrene dönüşmüştür.

 

Artık her sorun kangrene dönüşmek zorundadır, çünkü artık emperyalist sistem parçalanmıştır. Bu anlamıyla da değişen bir dünyadan söz etmek mümkündür. Parçalanma, “yeni” olgular ortaya çıkaran, kendine özgü bir değişim sürecidir. Var olan yapının-bütünün küçük parçalar halinde ayrı ayrı tanımlanmasıdır, moda deyimle “değişmesi” dir parçalanma dediğimiz. (4)

 

O halde buraya kadar ifade ettiklerimizi özetlersek: Birincisi, emperyalist sistem dağılmıştır ve ikincisi de, emperyalistler arası yeniden paylaşımın ilk adımları atılmakta, çatışmaların zemini yoklanmakta, boyutları-sınırları belirlenmeye çalışılmaktadır.

 

Dağılma (Parçalanma) ve Çatışmanın Boyutları

 

Yaşadığımız süreçte emperyalist sistemdeki dağılma-parçalanmayı en somut biçimde gözler önüne koyan olgu ABD-İngiltere emperyalistlerinin Irak’a operasyon planlarıdır. ABD ve İngiltere’nin bu planları dünyayı neredeyse iki ana kampa bölmüştür diyebiliriz. Bir tarafta ABD ve İngiltere, diğer tarafta ise Irak operasyonuna karşı çıkanların oluşturduğu “birlik”. (5)

 

Evet, ‘89-‘90 yıllarında sona erdiği söylenen iki kamplı dünya bir başka biçim ve içerikte yeniden gündemde denilebilir. Ama belirttiğimiz gibi, biçimde ve içerikte oldukça büyük farklılıklar var. Kimse Irak’ı ve Irak halklarını, bölge halklarını savunmuyor. Bütün sorun, inisiyatifi birbirine kaptırmamak ve mümkünse kendi çıkarlarını maksimumda tutmak.

 

Daha yakından bakarsak, herkes Irak’ın silahsızlandırılmasını, etkisizleştirilmesini istiyor ve yine herkes Irak’a yönelik bu “düzeltme” (düzleme) operasyonunun ABD-İngiltere tarafından ve ABD-İngiltere yöntemleriyle yapılmasına karşı çıkıyor.

 

Buraya kadar söylenenlerde bir olağanüstülük yoktur. Önünde sonunda emperyalistler arası çelişkiler, pazar-hegemonya sorunu diye geçebiliriz. Ancak Irak sorunu (krizi) tam da bu noktada ara başlığa çıkardığımız sorunun, yani dağılmanın boyutlarının ne olduğu noktasında bize önemli bir ipucu veriyor. Bunu görmek için de Irak operasyonuna karşı çıkan herkesin kimler olduğuna bakmamız gerekiyor.

 

İran, Suriye, Türkiye gibi doğrudan Irak sorununun bir parçası durumundaki ülkelerin yanı sıra, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır gibi bugüne dek ABD emperyalistlerinin politikaları dışında bir politik tercih ve karar sahibi olmayanlar tarafından da Irak operasyonuna karşı itirazların yükselmesi işleri çatallaştırıyor.

 

‘91 Irak ve sonrasında ‘99 Yugoslavya-Kosova operasyonlarında giderek çatlak seslerin yükselmesine tanık olunsa da, ABD emperyalizminin inisiyatifi tanınmış, en azından kabullenilmiştir. Bugün ise çok daha farklı bir durum söz konusudur. ABD emperyalizmine böyle bir operasyonu yapamayacağı, kendi irade ve çıkarlarının da göz önüne alınması gerektiği söylenmektedir (hem de diğer emperyalist merkezlerin dışında, “emperyalizme göbeğinden bağımlı” ülkeler tarafından). Bunlar söylenmekle de kalınmıyor, giderek karşılıklı meydan okumalara kadar varan demeçler veriliyor, çıkışlar sergileniyor.

 

Bu noktada, uzun uzun emperyalist kamp içindeki çelişkileri ele alıp irdeleme gereği duymuyoruz, çünkü her şey o kadar açık oynanıyor ki, bunu görmemek için özel olarak gözlerimizi sıkı sıkı kapamamız veya dünya ile bağlarımızı tümüyle koparmamız gerekiyor. Görünen klasik bir manzaradır: Bir yanda ABD ve müttefiki İngiltere (ki İngiltere’den de çatlak sesler çıkmaya başlamıştır), diğer yanda başını düşman kardeşler Almanya ile Fransa’nın çektiği (İngiltere hariç) Avrupa Birliği ve esas olarak da tam karşıda yer alan Rusya ile Çin. Kamplaşma genelde bu çerçevede ve dünya, çizgileri giderek netleşen bir şekilde bu kamplaşmaya uygun bir saflaşmayı yaşıyor. (6)

 

Bu saflaşma, yukarıda sayılan emperyalist odaklar etrafında biçimlense de, bu biçimlenişlerin pratik gelişimlerini ve sonuçta başarılı olup olmayacaklarını belirleyecek olgu, bu emperyalist merkezlerle dışındaki ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin düzeyi olacaktır. Daha somut olması açısından, konuyu Irak sorunu temelinde açmaya çalışırsak: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, hemen herkes Irak’a yapılacak bir silahlı operasyona karşı konumlanmış durumda. Kimse ABD’nin Irak’a girmesini ve orayı “düzeltmesi”ni istemiyor. "En çok kim istemiyor?” sorusu sorulduğunda ise karşımıza Irak’ın üç komşusu çıkıyor: Türkiye, İran, Suriye... (7)

 

İran ve Suriye’nin durumu ortadadır; ‘79 “İslam Devrimi” sonrasındaki İran ile Şah’ın İran’ı arasında büyük farklılıklar olduğu açıktır. Bu farklılıklardan en önemlisi ise ABD ile İran arasındaki ilişkilerdir. Mollalar rejimi, Şah rejimi ile ABD arasındaki tüm ilişkileri tasfiye ederek İran’ı uluslararası ilişkilerde farklı bir yere oturtmuşlardır. Ancak bu durumu, anladığımız anlamda anti-emperyalizm olarak tanımlamak da zordur. ABD ile sıkı ilişkiler tasfiye edilmiş ama başta Almanya olmak üzere diğer birtakım emperyalist merkezlerle yeni ilişkiler (ABD ilişkileri ölçüsünde sıkı ve resmi olmasa da) kurulmuştur. ABD karşıtlığı ile anti-emperyalizmin aynı şeyler olmadığı İran örneğinde oldukça net biçimde ortaya çıkmıştır.

 

Suriye ise, sosyalizmden etkilenmeler barındırsa da, asıl olarak sosyalizmin prestijinden, gölgesinden yararlanan küçük burjuva rejimlere örnek sayılabilecek bir ülkedir. Emperyalizmle, özelde ABD ile ilişkileri bir bağımlılık ilişkisinden ziyade karşıtlık ilişkisidir. Tabii ki buradaki karşıtlık, diğer bir deyimle anti-emperyalizm ideolojik-politik olmaktan ziyade sosyalist sistemle ilişkilerin düzeyine bağlı olarak şekillenen küçük burjuva pragmatizminin pratik ifadesi olan bir karşıtlık veya anti-emperyalizmdir.

 

Türkiye’nin durumu İse bunlardan çok çok farklıdır. Türkiye 1945’lerden itibaren emperyalizme bağımlılık sürecinde olan ve bu bağımlılığın 1970 sonrası tam anlamıyla bir ABD eyaleti statüsüne dönüştüğü bir ülkedir. İran ve Suriye'nin karşı çıkışları bir yana, Türkiye oligarşisinin Irak’a yönelik bir operasyona karşı çıkışı, yukarıda da vurguladığımız gibi, emperyalist sistemdeki dağılma ve başıbozukluğun derecesini gösterir. Ancak bir yanıyla da diğerleriyle birlikte Türkiye’nin karşı çıkışı, Irak sorununu neredeyse bir kriz haline getiren olguların başında yer alır. Bu ülkeler operasyona karşı tutum almadıkları bir noktada, diğer emperyalist merkezlerin karşı çıkışları diplomatik görüşmeler içinde ve karşılıklı tavizlerle çözülebilecek aşamaya gelmek zorundadır, çünkü karşılıklı dayatmalarla bir yere varamayacaklarını ve kendi aralarında bir savaşı zorlama gibi davranışın kendilerinin ve dünyanın sonunu getirecek bir aptallık olacağını çok iyi biliyorlar. Bu nedenledir ki, direnme ve çatışmalarını esas olarak diğer ülkeler üzerine kurmaya veya hali hazırdaki direnme ve çatışmalardan yararlanmaya çalışırlar.

 

Suriye ve İran, ABD açısından şer devlet olarak ilan edilmiş ve karşıya alınmış devletlerdir. Irak’tan sonra sıranın bunlara geleceği, hatta Irak operasyonunun salt bu ülkelere geçişi sağlamak için gündemde tutulduğu bugün artık açıkça da ifade edilmektedir. ABD emperyalistleri bu ülkelerin tek tek karşı çıkışlarını zaten göze almıştır. Ancak bugün olan tek tek karşı çıkış değildir. Bugün Türkiye’nin de dahil olduğu bir “üçlü” görüntüsü ortaya çıkmakta, bununla da kalmamakta, bu üçlünün geri planında Rusya ve Çin’in destekleri kendini hissettirmektedir.

 

Bu durum, ABD’nin karşısına Türkiye’yi kaybetmeme gibi bir sorunu çıkarırken; Rusya, Çin gibi ABD ve İngiltere’nin Irak’la başlatacağı operasyonlar zincirini daha ilk adımda durdurma olanağı veren önemli dayanak noktası sağlamaktadır. Bu anlamda da sorun artık Türkiye ve diğer ülkelerin karşı çıkışlarını bastırmak veya güçlendirmek noktasında düğümlenmektedir. Türkiye ve diğer ülkeler birtakım tavizlerle ikna edildikleri an; Rusya, Çin, Fransa, Almanya vb. vb. ne derse desin operasyon başlayacaktır. Tersi durumda, yani Türkiye ve İran “operasyon başladığında ben de kendi çıkarlarımı korumak için girerim” türü hesaplar yapmaya devam ettikçe de operasyon ertelenecektir. Türkiye veya İran’ın ABD ve İngiltere dışında Irak'a girmesi, sorunun Irak sorunu olmaktan çıkmasını getirecektir.

 

Yarım yüzyılı aşkın bir zamandır emperyalizmle tam bağımlılık ilişkisi içinde olan bir Türkiye'nin veya sosyalizmin var olduğu bir dünya dengesinde kendini yaşatabilen Suriye, İran gibi ülkelerin böylesine bir konuma gelebilmelerinin, kendilerini ve çıkarlarını dayatabilmelerinin tek nedeni emperyalist-kapitalist sistemdeki dağılmadır.

 

Sosyalist sistemin varlığı, emperyalistleri (aralarındaki tüm çelişkilere karşın) bir otorite etrafında birleşmeye ve otoriteyi tanımaya zorlamıştır. Bugün ise sosyalist-komünist tehlike ortadan kalkmış ve varlığını bu tehlikeye bağlı olarak şekillendiren otoritenin de herhangi bir dayanağı kalmamıştır. ABD emperyalistleri “sosyalizm-komünizm” tehlikesi yerine "terörizm” umacısıyla bu otoritesine yeni dayanaklar oluşturmaya çalışıyorsa da, bunun pek de başarılı olamayacağı, Afganistan’ın hemen sonrasında, Irak sorununda ortaya çıkmıştır. Artık herkes yeni bir paylaşımın gerekliliğini görüyor ve yine (Türkiye gibi) herkes bu yeni paylaşımın konusu olmak istemediği gibi, daha da kârlı çıkmaya çalışıyor.

 

Yeniden Paylaşım Yeniden Dünya Savaşı mı Demektir?

 

Yaşanmış dünya savaşlarıyla yeniden paylaşım mücadelesi arasındaki doğrudan ilişki inkar edilemez bir olgudur. Her iki dünya savaşı da dünyanın yeniden paylaşımı doğrultusundaki emperyalist uzlaşmazlıkların, çatışmaların ifadesi olmuştur.

 

Yeniden paylaşımın kaçınılmaz bir gereklilik olarak gündemde olduğunu söylediğimiz günümüz koşullarında böyle bir tehlike gündemde midir? Dünya yeni bir paylaşım savaşının kan denizine yuvarlanacak mıdır? Özellikle de Irak sorununun giderek çıkmaza girmesi, karşılıklı restlerin sertleşmesi üzerine bu soru daha sıklıkla sorulur olmuştur.

 

Bu soru Irak sorunuyla birlikte gündemimize giren bir soru değildir. 1990’lı yıllar boyunca şu veya bu vesileyle bu soru sürekli gündemde tutulmuştur. Artık uzlaşmaz düzeye gelen emperyalistler arası çelişki ve çatışmaların savaşla çözümlenememesini salt sosyalist sistemin varlığıyla açıklama kolaycılığı bu soruyu bundan sonra da değişik vesilelerle gündemde tutacaktır kuşkusuz. Ve biz belli periyotlarla bu soruya cevap vermeye devam edeceğiz.

 

Yeniden daha önce verdiğimiz cevapları tekrarlarsak; yeniden paylaşım savaşlarının tek biçimi topyekûn dünya savaşları değildir. Paylaşım savaşları II. Dünya Savaşı’ndan sonra da devam etmiştir ve bugün de, yarın da bu türden savaşlar dünya gündeminde yerini koruyacaktır. Bu savaşlar geçmiş birçok örnekte yaşandığı gibi, bölgesel savaşlar-müdahaleler biçiminde yürütülmüştür ve bundan sonra da böyle yürütülecektir, yürütülmek zorundadır. Irak operasyonu gerek gündeme getiriliş biçimiyle, gerekse de yarattığı tartışmalarla önümüzdeki sürecin paylaşım savaşlarına bir örnektir. Emperyalistler doğrudan karşı karşıya gelmeksizin, “insanlık ve barış” adına bölgesel “kriz noktaları” saptayıp buraya müdahaleyi gündeme getirmekte ve bu müdahalelerin faturasını da esas olarak bölgedeki güçlerin sırtına yüklemektedir. Çatışan da kaybeden de bölgesel güçler olmakta, emperyalist merkezler, müdahale öncesi ve müdahale sürecinde bozulan ilişkilerini, müdahalenin şu veya bu biçimde sonuçlanmasının ardından, karşılıklı ödünlerle yeniden belli bir düzeye çıkarmaktadırlar.

 

Topyekûn bir dünya savaşı bugün emperyalistlerin kaçındıkları en önemli tehlikedir. Çok iyi biliyorlar ki, böyle bir savaş dünyanın sonunu getirmese de sistemin sonunu getirecek büyük tehlikeleri barındırmaktadır. Bu tehlikelerin en başında da ezilen halkların örgütlü mücadele ve direnişleri ve sonuçta sosyalizmin, bu kez dünyanın üçte birinden daha fazlasında, belki de tamamında egemenliği...

 

Sonuç olarak, Irak sorununa yaklaşımda her türlü kaygı ve yanılsamadan uzak bir tavır takınabilmek için emperyalist-kapitalist sistemi, bölgeyi, bölge halklarını ve ülkemiz özgülünde de devleti, devletin yapısını, egemen sınıfları iyi tanımak gerekiyor.

 

Emperyalist-kapitalist sistemi tanımamanın ifadesi, Irak sorununu bir demokrasi ve özgürlük sorunu olarak görmek, bu anlamda da Irak’a yapılacak bir emperyalist müdahaleyi desteklemek veya en azından sessiz kalmaktır. Ülkemizdeki devleti ve egemen sınıfları tanımamanın somut ifadesi ise, oligarşinin bugünkü Irak operasyonuna karşı çıkışını anti-emperyalizm veya bağımsızlıkçı tavır olarak yorumlamaktır.

 

Bölgeyi, bölge halklarını tanımamanın ifadesi emperyalizme ve bölgedeki gerici rejimlere karşı mücadeleden geri durmak, böyle bir mücadelenin anlamını kavramamaktır.

 

Bölgemiz yaşadığımız yüzyılın temel dinamiklerini barındıran bir bölgedir ve bu bölge halkları yaklaşık yarım yüzyıldır gerici rejimlere, emperyalizme ve yerli oligarşilere karşı kurtuluş mücadelesinde bir arayış içindedir. Bu arayış sürecinde küçümsenmeyecek adımlar atılmış, önemli başarılara ulaşılmıştır.

 

Bugün bizlere düşen görev bölge halklarının bu dinamiğini görmek ve bu dinamiği örgütleme doğrultusunda uygun araç ve yöntemleri gündeme getirebilmektir.

 

Bugün ülkemizde ve bölgemizde halkların dinamiğini en somut biçimleriyle ortaya çıkarabilmenin yolu ise emperyalist müdahaleye karşı çıkmaktan, emperyalist müdahale ve savaşa karşı örgütlenmeler oluşturmaktan geçiyor. Bölgedeki tüm halklar, Kürtler, Türkler, Araplar, Acemler vb. vb. çok iyi bilmelidir ki, emperyalizmin Irak’a müdahalesi hiçbir halk açısından olumlu sonuçlar getirmeyecektir. Bu müdahalenin halklara getireceği tek bir sonuç olacaktır: Daha fazla baskı, daha fazla terör ve daha fazla sömürü...

 

Emperyalist müdahale ve savaşa karşı çıkmak için ezilen halkların yeterince gerekçesi vardır. Sorun bunları anlatmak, kavratmak ve örgütlenmeyi, mücadeleyi temel alan bir bilinç oluşturmaktır. Devrimcilere düşen görev de, ne eksik ne fazla, tam tamına budur.

 

DİPNOTLAR:

 

(1) Her türden yanlış anlaşılmayı önlemek açısından, emperyalist kampta sağlanan “bütünselliğin” sistem içi çelişki ve çatışmaları ortadan kaldıran bir “bütünsellik” olmadığını özellikle vurgulamamız gerekiyor. Tam tersine, çelişkilerin uzlaşmaz boyutta keskinleşmesine karşın, çözüm yolları noktasında farklı yöntemler izlenmiştir. Bu durumu bilimsel ve en anlaşılır yönüyle ortaya koyanlardan biri de Mahir Çayan’dır:

 

“Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist blokunun varlığı, emperyalistler arası had safhaya erişmiş olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına engel olmaktadır. Bir yandan çelişkiler keskinleşip derinleşirken, öte yandan da entegrasyona gidilmektedir.”

 

(2) Aslında yaşadığımız sürecin temel özelliklerini gizlemeye, kitlelerin bilincine farklı yansıtmaya çalışanlar arasında solda değişik biçimlerde kendini “ifade eden” tasfiyecileri de katmak gerekir. Tıpkı emperyalizm ve oligarşinin sözcüleri gibi, bu süreci “yeniden yapılanma” ve “değişim” kavramlarıyla süsleyip kitlelere kabul ettirmeye çalışanların, hangi safta görünürse görünsünler, özünde oligarşi ve emperyalizme hizmet ettikleri her geçen gün biraz daha anlaşılır biçimde ortaya çıkmaktadır.

 

(3) Daha önce de bir yazımızda değindiğimiz gibi, kimi kavramlara kendiliğinden olumlu bir anlam yüklemek ve herkesin de bunu böyle kabul etmesini beklemek türünden bir saçmalık ’90 sonrasının geçerli bir modası oldu. Burjuvazi de, tasfiyeciler de “yeni” ve “değişme” gibi kavramları kullandıklarında, otomatik olarak yaptıklarını olumladıklarını sanıyorlar. Yine daha önce de vurguladığımız gibi, ne “yeni” ne de “değişme” kelimeleri tek başlarına olumlu bir anlam kazanırlar. Yeni ve değişme kavramları da, her türden siyasal kavram ve niteleme gibi, hizmet ettikleri çıkarlar (sınıflar) çerçevesinde tanımlanıp anlam kazanırlar. Kazandıkları bu anlamlarıyla da tarihsel gelişim içerisinde olumlu ve olumsuz bir işleve sahip olurlar.

 

(4) Tam da bu noktada, kendilerini diyalektik “uzmanı” sananların itirazları yükselecektir. “Ne yani, emperyalist sistem önceden de parça parça değil miydi? Emperyalist sistemin bütünselliğinden hiçbir zaman söz edilemez” vb. vb... Bunlar “diyalektik ezberciler” diyebileceğimiz bir kesimin Mahir’in “entegrasyon” tespiti karşısında öteden beri tekrarlayıp durdukları “inci”lerdir, herhangi bir bilimsel ve diyalektik değere sahip değildirler. Bunlar Mahir’in “Emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çıkması, ancak bu çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici olarak çözümleyememeleri ve zorunlu olarak entegrasyonu gitmeleri kapitalizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demektir” tespitindeki anlamı, bu tespitteki diyalektik özü ve “entegrasyon” kavramına yüklenen anlamı da kavramamışlardır. Tüm bunlara karşın, biz bir kez daha ve en anlaşılır haliyle anlatalım. Evet, emperyalist sistem dün de uzlaşmaz çelişkilerle parçalar halindeydi, ancak dün bu parçalar sosyalizm korkusuyla, ezilen halkların mücadelesi korkusuyla bir arada durmak, birbirine sokulmak zorunda hissediyorlardı kendilerini ve öyle de davranıyorlardı. Bugün ise sosyalizmin geçici yenilgisi, ezilen halkların mücadelesinde ortaya çıkan gerileme nedeniyle bir arada olmalarını gerektiren veya diğer bir ifadeyle, birbirlerine katlanmalarını zorunlu kılan korkularından kurtuldular ve birbirinin “mülkü” ne göz dikmeye başladılar. Bugünkü parçalanmışlıklarının anlamı ve diyalektik özü budur.

 

(5) Birlik kavramını tüm boyutlarıyla karşılayacak bir birliğin bu kampta olmadığı açıktır ve olması da mümkün değildir (Kaldı ki tüm uyumlarına karşın, ABD ile İngiltere arasında da böylesine bir birlikten söz etmek mümkün değildir zaten). Herkes kendi çıkarları doğrultusunda ABD-İngiltere kampının planlarına karşı çıkmaktadır. Karşı çıkış gerekçelerinden karşı çıkış tonlarına kadar hiçbir ortak yönleri yoktur ve ortaklıkları yoktur. Tek ortak yönleri şudur: “Bu iş ABD ve İngiltere’nin çıkarları-planları doğrultusunda gelişmemeli, sonuçlanmamalı”...

 

(6) Elbette ki bu saflaşma Irak konusundaki tutumlara bağlı olarak yeni yeni şekillenen bir kamplaşma değil. Saflaşma 90’lı yılların başlarından itibaren, dünyayı yeniden biçimlendirme (paylaşma) çabalarıyla paralel bir şekilde derinleşen bir saflaşma.

 

(7) Rusya ve Çin başta olmak üzere diğer emperyalist merkezler de böyle bir müdahaleye sonuna kadar karşılar ve engellemek için de her şeyi yapıyorlar. Bu anlamda onların karşı çıkışları da küçümsenemez. Ancak onların karşı çıkışlarıyla Türkiye, İran ve Suriye’nin karşı çıkışları arasında yine de büyük fark var, çünkü bu üç ülke açısından sorun çok daha stratejik boyutlar taşıyor. Daha açık ifade edersek, Irak’a müdahale diğer emperyalist merkezler açısından satrançta önemli sonuçlara gebe bir hamle düzeyinde iken, komşu üç ülke açısından böyle bir müdahale “şah-mat” hamlesidir, varlık sorunudur.