Her Türlü Gericiliğe, Faşizme ve Diktaya “Hayır”!

 

BAĞIMSIZLIK, DEMOKRASİ VE SOSYALİZM İÇİN ÖRGÜTLENELİM, MÜCADELE EDELİM!

 
Devrimci Çözüm Dergisi- Haklıyız Kazanacağız!
 
 

2 Şubat 2017

 

15 yıllık AKP/R. T. Erdoğan iktidarı uzunca bir süredir “tek adam” yönetimini fiili olarak ülke gündemine sokmuştur.

 

Gelinen aşamada “fiili durumu” yasalaştırmak için, Anayasa değişikliği ile başkanlık sistemi bir kez daha referandum biçiminde emekçi halkların önüne getirilmiştir.

 

Biçimsel bir rejim değişikliğini getirecek olan anayasal değişime hangi koşullarda gelinmiştir ve bu bir ihtiyaç mıdır? Bu sorulara doğru yanıt vermek için öncelikle süreci bütünlüklü (tarihsel ve sınıfsal) olarak ele alıp değerlendirmek gerekmektedir.

 

“Tek Adam Yönetimi” İçin Referandum Sürecine Hangi Koşullarda Gelinmiştir?

 

Emperyalist-kapitalist sistem derin bir kriz içindedir. Yapısal olan bu krizleri aşmak –kendini yeniden üretmek için- her dönem o sürecin koşullarına uygun yeni politikalar üretmektedirler. Ancak üretilen her yeni politika çökmeye mahkumdur. 2000’lerde büyük umutlarla ortaya atılan küreselleşmenin (globalleşmenin) iflasında olduğu gibi, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan pazarları bölüşmek ve bölgede her türden hakimiyeti kurmak için oluşturdukları öncesinde Yeşil Kuşak, sonrasında Ilımlı İslam temelindeki BOP politikaları da çökmüştür, iflas etmiştir.

 

Bu politikaların ülkemize yansıması ise 28 Şubat post-modern darbe sonrası Ilımlı İslam politikaları temelinde kurdurulan AKP’nin iktidara taşınmasıdır. Belirtmekte yarar gördüğümüz bir durum şudur ki; AKP’nin iktidara taşınması salt emperyalistlerin öznel politikaları sonucu değil, ülkemizde var olan nesnel koşulların bir sonucudur aynı zamanda. Ki Ilımlı İslam’ın iflası ve bu temelde şekillenen iktidarların alaşağı edilmiş olmasına rağmen Erdoğan’ın iktidarı bırakmaması ve başkanlıkta ısrar etmesinin temelinde yatan en önemli nedenlerden biri de budur.

 

Bu durum Müslüman bir ülke olan coğrafyamızda salt 28 Şubat’la oluşmamış, 1950’lerden başlayarak günümüze kadar gelen süreç içinde devlet eliyle gelişip güçlendirilmiştir. Özellikle 12 Mart, 12 Eylül faşist cunta dönemlerinde sol kesime, Kürtlere ve azınlıklara karşı geliştirilen Türk-İslam sentezine dayalı politikalar Siyasal İslam’ın hızla gelişip güçlenmesine neden olmuştur. Bu çerçevede İslami sermayeye, sermaye aktarımlarıyla politik faaliyetlerini hayata geçirmesi için destek olunmuştur.

 

AKP/Erdoğan 15 yıllık iktidarı süresince devlet eliyle yaratmış olduğu belli bir sermaye grubunu kurumsallaştırarak cılız da olsa oligarşi içinde yer bulmasını sağlamıştır. Ekonomik boyutta bunları yaparken, aynı zamanda AB ve ABD emperyalistlerinin desteğiyle ülkeye sokulan sıcak para sayesinde ekonomik sürecin “iyi” yönde gitmesini ve büyük yatırımlar yapılarak oligarşinin tüm kesimlerinin memnun edilmesini sağlamıştır. Diğer yandan iktidarının ilk süreçlerinde “demokrasi”, “üst kimlik”, “anti-darbecilik” söylemleriyle liberalleri yanına çekmiş, “katı laiklik” ve “askeri vesayet karşıtlığı” ile kendine karşı olanları ayrıştırarak gücünü konsolide etmiştir. Bununla birlikte kangrenleşmiş Kürt sorununun çözümü adı altında başlatılan “Çözüm Süreci”nin yanı sıra Alevi ve Roman Açılımları’yla kitlelerin sempatisini toplamıştır. Ayrıca başta Gülen Cemaati olmak üzere tüm tarikat ve zaviyelerle işbirliğini güçlendirmiştir. Yine 2010 referandumu ile birlikte yasama, yargı ve yürütme içinde gerekli değişiklikleri yaparak Siyasal İslam’la örülmüş rejimin adım adım yaşama geçirilmesinin yasal zeminini oluşturmuştur.

 

Siyasal İslam çerçevesinde iktidarının ilk aşamasında türban tartışmaları üzerinden başörtüsünü yasal hale getirmiştir. “4+ 4+4” ile gerici-faşist bir eğitim sistemini uygularken, cemaat, tarikat ve zaviyelerle ilişkileri güçlendirerek ülke yönetiminde etkili bir güç haline getirmeye çalışmıştır. Osmanlıcılık bağlamında Sunni-Vahabi bir anlayışı hakim kılmaya çalışarak Müslüman ülkeler içinde lider olmayı amaçlamıştır. Ve bunun sonucunda İslam Ordusu içinde yer alarak başta Yemen olmak üzere tüm Şii mezhebine karşı açılan savaşlarda yer almıştır. Yine bu temelde IŞİD, El-Nusra ve diğer gerici örgütleri beslemiş ve desteklemiştir. Siyasal İslam temelinde oluşturulan dış politikayla S. Arabistan ve Katar’ı da yanına alarak Arap ülkelerinin (Libya, Mısır, Suriye, Irak, vd.) işgallerinde rol almaya çalışmıştır.

 

15 yıldır uygulanagelen tüm bu gerici politikaların sonucu gelişen olaylar kitlelerin yaşam tarzına bir müdahaleyi de beraberinde getirerek toplumsal ayrışmaya neden olmuştur.

 

2013 Haziran’ında “Gezi Olayları”yla ortaya çıkan bu ayrışma –ki bu ayrışma yaşam tarzına karşı bir karşı duruş olarak gösterilse de- özünde Ilımlı İslam politikalarının iflası sonucu Ortadoğu’daki gerici-İslamcı iktidarların tek tek düşürüldüğü bir süreçte, ülkede emperyalistler tarafından AKP/Erdoğan iktidarına Cemaat eliyle yapılan bir gözdağı operasyonu olmuştur.

 

Emperyalistler tarafından gözden çıkarılan AKP ve Erdoğan, tüm bu yapılanlara ayak direyerek iktidarını kalıcılaştırmak için bir tasfiye sürecini başlatmıştır. Kont-gerillanın belli kesimleriyle işbirliği yaparak öncelikle Kürt sorunundaki “Çözüm Süreci”ni devletin şiddet aygıtlarıyla tasfiye ettikten sonra iktidar ortağı olan cemaati de tasfiye sürecine girmiştir. Tam da bu süreçte 15 Temmuz’da yaşanılan dinci-gerici darbe girişimini bir fırsat bilerek, tek başına iktidar olmasının önündeki engelleri (cemaatçiler dahil kendisine muhalif olan tüm kesimleri devlet kadrolarından temizleyerek) kaldırmış, OHAL koşullarının da desteği ile gerekli anayasal değişikliklerin yapılması için referandum yolunu açmıştır.

 

İktidar açısından durum böyle iken emperyalistler açısından ise; gerek ekonomik krizin boyutu gerekse de siyasi politikaların iflası kendi aralarındaki çelişkileri derinleştirirken –özellikle Suriye örneğinde olduğu gibi- emperyalist ülkelerde farklı politikalar uygulayacak iktidar değişimlerine yol açmıştır. Bu farklı politikaların bizim gibi yeni sömürge ülkelere yansımasının tam olarak netleşmediği bir süreç yaşanmaktadır. Tam da bu noktada Erdoğan, emperyalistler arası çelişkilerden faydalanarak ilişkilerini ona göre belirlemekte ve adeta yangından mal kaçırırcasına başkanlık sistemini getirerek iktidarını kalıcılaştırmak istemektedir.

 

Ülkede derinleşen ekonomik ve siyasi kriz oligarşi içi çelişkileri daha fazla arttırmıştır. Bu çelişkilerin yansıması doğal olarak temsiliyette de kendini göstermektedir. Yaşanan iktidar savaşı bunun bir sonucudur. Oligarşi içinde egemen güç olan tekelci burjuvazi her zaman istikrardan yana gözükse de ve bu istikrarı başkanlık sisteminde görse de bugün gündemde olan Siyasal İslam temelindeki “başkanlık sistemi”nin bir istikrarsızlık olduğu düşüncesiyle desteklememektedir. Özellikle OHAL koşullarıyla yaratılan ekonomik ve siyasi istikrarsızlık bu kesimi de olumsuz etkilemektedir. (Kardan payı azaldığı için.)

 

Emekçi Halklar Açısından Durum Daha Ağırlaşacaktır!

 

Yönetenlerin yönetemediği bir sürece girilen ülkemizde emekçi halklar açısından durum çok daha vahimdir. Derinleşen ekonomik ve siyasi krizin faturası her zamankinden daha ağırlaşmıştır. Özellikle OHAL’in varlığı her açıdan koşulları daha da zorlaştırmıştır.

 

Devletin kendi raporlarında bile işsizliğin saklanamayacak bir boyuta ulaştığı, açlık ve yoksulluğun ülke tarihinde görülmemiş boyutlarda olduğu bu süreçte, enflasyon ve zamların hız kesmeden arttığı, çıkartılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’ler ile grevlerin yasaklandığı, sendikal örgütlenmenin bastırıldığı bir süreç yaşanmaktadır.

 

Açık faşizmin 12 Eylül cunta koşullarından daha ağır yaşandığı ve giderek kurumsallaştığı bir süreçte; özellikle Kürt halkına ve seçilmişlerine yönelik devlet terörünün her türlü baskı, gözaltı ve tutuklamalarla sürdürüldüğü, her türlü hak alma mücadelesinin yasaklandığı, en ufak bir muhalif yayında gazete, dergi ve TV.lerin kapatıldığı, gazetecilerin tutuklandığı, devrimci-demokrat dernek ve vakıfların kapatılarak örgütlenme hakkının halkın elinden alındığı, her türlü insan hak ve özgürlüklerinin askıya alınarak işkencenin sistematik biçimde uygulandığı, burjuva anlamda bile olsa demokrasinin kırıntısının dahi olmadığı bir dikta süreci yaşanmakta ve referandumla tüm bu uygulamalara yasal kılıf getirilerek kalıcılaşması amaçlanmaktadır.

 

Tüm bu yaşananlar tek başına 15 yıllık AKP iktidarının politikaları olmayıp, oligarşi ve düzenin ülkemiz için belirlediği politikaların bir sonucudur. Tam da bu noktada ülkemiz koşullarında sürekli faşizmin zaten var olduğu, bugün yaşanan açık faşizmin tek başına AKP/Erdoğan iktidarıyla ilişkilendirilemeyeceği, 12 Mart ve 12 Eylül gibi dönemlerde de yaşandığı gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor.

 

Siyasal İslam emperyalist-kapitalist sistemle çelişen bir olgu değildir. Aksine düzenin devamı için gerekli olan “sürece uygun” politikalardan biridir. Bu nedenle gerici Siyasal İslam politikalarını simgeleyen ve referandumla halkların önüne getirilen Anayasa değişikliği ve “tek adam yönetimi”; emekçi halklar açısından daha fazla baskı, daha fazla sömürü ve hatta halkları birbirine düşürecek iç savaşa götürmenin başlangıcı olacaktır.

 

Her Türlü Gericiliğe, Faşizme ve Diktaya “Hayır”!

 

Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm İçin Örgütlenelim, Mücadele Edelim!

 

Sonuç olarak içinde bulunduğumuz koşullarda emekçi halkların önüne sunulan Anayasa değişikliği ve “tek adam yönetimine” “Hayır” demenin doğru ve devrimci bir tavır olduğunu belirtmek gerekir.

 

Neden boykot değil de “Hayır”?

 

Devrimciler somut durumun somut koşullarına göre hareket etmek zorundadır. Kaba materyalist bir anlayışla öznel ve nesnel süreci yok sayarak mekanik bir tarzda olaylara yaklaşamaz.

 

Bu referanduma “Hayır” demek, düzenin koşullarını farklı biçimde sürdürmesini sağlayacaktır. Ne var ki bugüne kadar Siyasal İslam’a karşı mücadelede eksik tavır sergilenmiştir. Söz konusu değişiklikle halkların daha da gericileşmesi devrim ve sosyalizm mücadelesi için örgütlemede engel olacaktır. Tam da bu nedenle devrimin önünde daha da engel olacak bu gericileşmeye karşı yapılacak referandumda boykot tavrı pasif bir konum alış olacaktır.

 

Toplumun içinde bulunduğu gerici durumu yaratan en önemli nedenlerden biri de devrimci mücadelenin ve toplumsal muhalefetin çok cılız olmasıdır. Kitleselleşmiş, güçlü bir devrimci hareketin olmamasıdır.

 

Ayrıca “Hayır” tavrı sadece “tek adam yönetimi” ve değişen Anayasa’yı engellemeye yönelik bir tavır olmayıp, köhnemiş yoz düzenin teşhirinin yapılacağı bir propaganda aracıdır.

 

Emekçi halklar kendi iktidarını kurana kadar, insanın insanca ve özgürce yaşamasını sağlamak için; emperyalizme, oligarşiye ve her türlü diktaya karşı bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için örgütlenelim, mücadele edelim.

 

KAHROLSUN FAŞİZM YAŞASIN MÜCADELEMİZ!

 

HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ!