Gündem

Yarınımızı, Umudumuzu Seçim Sandıklarına Hapsetmeyelim!

 

25 Mayıs 2015

 

Ülkemizde yeni bir seçim sürecine girilmiştir. Özünde, emekçi halklar için hiçbir şey ifade etmeyen bu süreç; oligarşi açısından özel önemdedir.

 

Egemenler açısından “özel önem” taşıyan bu süreçte, devrimcilerin seçimler karşısındaki tavrının ne olması gerektiğini belirtmeden önce, bu sürece hangi koşullarda girildiğini, parlamento seçimlerinin gerçekte neyi ifade ettiğini kısaca aktarmakta yarar görüyoruz.

 

Yaşadığımız çağda tarihsel olarak miadını doldurmuş, işlevsiz bir kurum niteliğine bürünmüş olan parlamento, egemen sınıf içindeki çatışmaların “barışçıl” bir yolla çözümlendiği bir alan olma özelliğini taşıyor olsa da gerçek işlevi, mevcut sömürü düzeninde, halkları aldatmanın, göstermelik “demokrasicilik oyununun” bir aracıdır. Ancak bu iki temel özellik de düzenin kendini yeniden üretmesine, gerek ekonomik, gerek sosyal-siyasal krizle birlikte yaşanan sıkışma/açmaza nefes aldırarak bekasını sürdürmesine hizmet etmektedir.

 

Sermaye düzeninin bekçiliğini yapan devlet ile oligarşinin yarış alanı durumuna gelen parlamento ve hükümetlerin yapılacak seçimle yenilenmesi, özellikle mevcut süreçte yaşanan ekonomik krizle birlikte kitlelerde hiçbir dönem olmadığı kadar yaşanan “öfke kabarması” ve “tepkiyi” açığa çıkaracak ve kendisine yöneltecek devrimci kanallara akmaması için, “demokrasicilik oyunuyla”, vaat ve yalanlarla kandıracağı ve bu tepkileri nötralize ederek düzen içinde eriteceği vazgeçilmez bir araçtır.

 

Yönetenlerin yönetemez duruma geldiği mevcut koşullarda 7 Haziran genel seçimlerinin bir başka “özel” yanı da sistemin siyasi krizine farklı bir açıdan çözüm getirebilecek olmasıdır.

 

T. Özal döneminden başlayarak günümüze kadar gelen “Başkanlık Sistemi’nin” de bu seçimlerde gerçekleşebileceği yönünde düşünceler mevcuttur. AKP Hükümeti (içinde aykırı sesler olsa da) fiili olarak -gerek partiyi gerek ülkeyi yönetmede tek adam olan- R.T.Erdoğan siyasi rejimini krizinin ancak “Başkanlık Sistemi’yle” aşılabileceğini ve bu seçimlerin buna hizmet etmesi gerektiği yönündeki düşüncesi doğrultusunda yoğun “faaliyet” sürdürmektedir.

 

Mevcut koşullarda, bu “rejim değişikliği”, fiili olarak uygulanıyor olsa da parlamento seçimleriyle bunu anayasal güvence altına alma isteği söz konusudur. Nitekim daha şimdiden çıkarılan birçok “yasayla” da “rejim değişikliğinin” alt yapısını oluşturmaya çalışmaktadırlar. Torba yasada “Cumhurbaşkanlığı’na ayrılan ödenek” yasası da, “iç güvenlik yasası” da bu temelde çıkartılmış ve bugünden uygulamaya sokulmuş yasalardır.

 

12 Eylül cunta döneminde yaşanan ve kurumlarıyla açık faşizmi uygulayan düzen ve oligarşi, bu defa “sivil” bir diktatör eliyle faşizmin her türünü uygulayarak sömürü ve baskı düzeninin devamını sağlayacaktır.

 

13 yıldır iktidarda olan ve emperyalistlerin çıkarı doğrultusunda –özellikle Ilımlı İslam Projesi ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde ihtiyaçtan dolayı- oluşturulan ve iktidara taşınan AKP, ekonomik ve siyasi krizinin giderek derinleşmesi ile iktidarının sarsıldığının farkındalığıyla rejimi değiştirmek istemektedir. Özellikle 2013’ten sonra dünya ölçeğinde yaşanan konjonktürel değişimler ve gelişmelerle birlikte oluşan “yeni ihtiyaçlar” nedeniyle gerek emperyalistler gerekse de oligarşi AKP hükümetine olan hem ekonomik hem de siyasi desteğini geçmişten farklı bir boyuta çekerek azaltmıştır.

 

Özellikle de ekonomik anlamda, iktidarın daha da güçlenmesini sağlayan sıcak para akışını azaltınca, zaten “sürekli bunalım” içinde olan ekonomik yapıdaki kriz daha da derinleşmiştir. Krizin derinleşmesiyle birlikte oligarşi içi çelişkiler de tarihinin en üst seviyesine çıkarak, iktidarı zayıflatacak krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. AKP-Cemaat çatışması ve 17-25 Aralık operasyonları bu bağlamda değerlendirilmelidir.

 

Güncel ve sürekli gündemde tutulması itibariyle kısaca AKP-Cemaat çatışmasına değinmek istiyoruz.

 

Oligarşi içi çelişkiler yaşanan krizle birlikte daha da büyümektedir. AKP-Cemaat çatışması olarak başlayan çatışma emperyalizmin yeni pazarlar ve egemenlik kurmak amacıyla uygulamaya soktukları Ilımlı İslam Projesi’nin iflas etmesiyle birlikte emperyalistlerin bu politikadan vazgeçerek Ortadoğu’da yeni bir anlayışa/yapılandırmaya girmesi ve buna bağlı olarak Erdoğan iktidarının zayıflatılmasıyla başlar.

 

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin de, siyasete devam etmesinin de koşulu olarak, geçmişte “Askeri vesayeti kaldırıyoruz.” temelinde tasfiyeye çalıştığı özellikle kontr-gerillanın ulusalcı kanadıyla yeniden işbirliği halinde “yeni” bir sürece girilmesiydi. Bu yeni süreçte "İslam’ı ılımlaştıran" Fethullah Gülen Cemaati'ne yer yoktu.

 

Ortadoğu’da yeni bir sürece girilmişti. “Arap Baharı” adıyla yürütülen müdahale ve işgal politikalarının Mısır, Libya, Suriye ve Tunus’ta iflas etmesiyle birlikte oluşturulan “yeni bir şekillendirme” politikalarının karşısında neredeyse tek direnç gösteren iktidar Erdoğan iktidarı oldu. Ancak Erdoğan bu direnci fazla sürdüremeyecek, emperyalistlerle yeniden anlaşmaya varacaktır.

 

Bugün hala sürmekte olan bu “çatışma” Erdoğan’ı (AKP’yi) siyasi olarak yıpratmakta olsa da siyasi varlığı bir anlamda buna bağlıdır. Ve devletin tüm kurumlarında cemaatçileri tasfiye edene kadar da sürecektir bu çatışma.

 

Sonuç olarak AKP’nin kontr-gerillanın ulusalcı-askeri kanadıyla ortaklaşa olarak sürdürdüğü “paralel yapı ile mücadele” operasyonlarıyla devam eden süreç, tıpkı “Susurluk”ta olduğu gibi oligarşi içi çelişkilerin dışavurumuyla, devletin gerçek yüzünün maskelenmesidir.

 

Ayrıca maskeleme çalışmalarının farklı bir ayağını da “Barış”, “Çözüm”, “Açılım” vb. isimler altında devam eden süreç oluşturmaktadır. Burada sadece “Kürt sorunuyla” ilgili devam eden süreç değil, “Roman Açılımı” ve "Alevi Açılımı”ndaki “gerçek niyet” de devletin maskesini düşürmüştür.

 

Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından yeniden dizayn edildiği mevcut süreçte, Kürt Ulusal Hareketi’nin tasfiye edilmesi ve Kürtlerle ilgili sorunun, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin çıkarları doğrultusunda çözülmesi için bu sürecin “başarıya” ulaşması gerekiyordu. Bir anlamda Erdoğan iktidarının da devamı için bu olmazsa olmaz koşullardan biriydi.

 

Gelişmeler –özellikle Ortadoğu’da ortaya konan IŞID terörü ve Kürt Ulusal Hareketi’nin her yerde bu teröristlere karşı ortaya koyduğu mücadeleyle –olumlu yönde ilerlerken girilen “seçim süreci” bu “çözümü” sekteye uğratmıştır. Oligarşi içi belli kesimlerin çıkarlarının “çözüm”le birlikte zarar göreceği düşüncesiyle bir direnç göstermesi de “çözüm sürecini” olumsuz etkileyerek, kesintiye uğratmıştır.

 

Kürt Ulusal Hareketi mücadelesinin “barışçıl” yolla sürdürmesi, siyasallaşması için ortaya konan “çözüm süreci”, özünde Kürt halkını sisteme yedekleyerek, onun temsilcisi olan Kürt Ulusal Hareketi’ni de tasfiye amaçlıdır. Ve Kürt halkının sorunlarını çözmekten uzaktır.

 

Bu bağlamda “Çözüm Süreci”, “barış”, “demokratikleşme” gibi söylemlerle ve bu doğrultuda atılan adımlarla, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edildiği ve Kürt halkının mücadelesinin tasfiye edilmeye çalışıldığı bu süreçte, seçimlerle mecliste yer alarak kendini düzene entegre etmek; sadece egemen sınıfların “krizinin çözümüne” hizmet ederek, düzenin nefes almasına yarayacaktır.

 

“Demokrasi” ve “milli irade” yalanlarıyla emekçi halklar oyalanırken, tüm istatistik hilelerine rağmen gizlenemeyen işsizlik oranları, artan açlığı ve yoksulluğu gözler önüne sermektedir. Dizginsizce sürdürülen özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamalarıyla güvencesiz çalışma emekçilere dayatılırken, çıkartılan torba yasalarla kazanılmış tüm haklar gasp edilmektedir. İş güvenliği ve işçi sağlığı yok sayılarak Soma’da, Ermenek’te, Torunlar İnşaat’ta vd. sektörlerde olduğu gibi kaza süsü verilmiş iş cinayetleriyle işçi katliamları artarak yaşanmaktadır.

 

Meclisten paket paket çıkan torba yasalarla tüm haklar gasp edilirken, eğitimden sağlığa kadar yaşamın tüm alanları sermayeye pazar olarak sunulmakta ve halkın bu hizmetlerden yararlanması engellenmektedir.

 

Ekonomik krizin faturası altında ezilen halklara yardım adı altında verilen sadakalar, hem kendi yolsuzluk ve hırsızlıklarının üstünü örtmek hem de oluşabilecek tepkilerin, çıkardığı her faşist yasayla uyguladığı baskı ve zorla açığa çıkmasını önlemektedir. Ayrıca Meclis’te grubu bulunan-bulunmayan tüm düzen partileri –CHP, MHP, HDP, …vd- yaşanan bu krizin, baskı ve zorbalığın ortağı konumundadır ve ne şimdi ne de sonrasında halkların sorunlarına çözüm olmayacaklardır.

 

Düzenin krizinin derinleştiği ve teşhir olan kirli yüzüyle emekçi halklar için umut olmaktan çıktığı mevcut koşullarda, sol söylemleri kullanan kişi ve partilere biçilen rol oldukça önem kazanmıştır.

 

Yunanistan’daki Syriza örneğinde olduğu gibi solcu ve reformist partilerin iktidara taşınması sağlanarak, oluşabilecek tepkiler ve dile getirilen talepler düzen içine çekilmek istenmektedir. Aynı “oyun” ne yazık ki ülkemizde de oynanmaya çalışılmaktadır. Hatta bu “oyunla” çok daha “büyük bir amaç” gerçekleştirilmek istenmektedir. Düzene karşı halktaki tepkiyi açığa çıkarma iddiasında olan birçok devrimci çevreyi de, bu seçimlerle -özellikle de HDP aracılığıyla- düzene entegre etme çabası söz konusudur. Ve görünen o ki bu “çabalar” boşa gitmemektedir.

 

Sadece AKP karşıtlığı üzerinden siyaset yapan ve HDP’ye oy vermeyenleri de neredeyse “karşı devrimci” olarak niteleyen ve “yeni Amerikalar keşfetmişçesine” “eskiye”, “parlamentarizme” “stratejik değil taktiksel bir durumdur” diyerek sarılan bu “yeni sol” (her sürecin bir “yeni sol”u vardır) giderek kendi gerçekliğinden uzaklaşarak, sistemin yedeğine düşme yolunda hızla ilerlemektedir.

 

Siyaset günlük değişmelerin üzerine kurgulanacak bir olgu değildir. Bu “kurgu” ancak tarihsel süreklilik ve bellek duygularını yitirmiş olanların eseri olur. Bu bağlamda baktığımızda “yeni sol” kendi tarihine bütünlük ve süreklilik temelinde yaklaşmamaktadır. Bunun yerine “güncel ihtiyaçlara göre” bir yanda “dışlanacaklar” diğer yanda “ne pahasına “olursa(!) olsun(!)” sahiplenilecekler”in eklektik bir aradalığını yaşamaktadırlar.

 

Unutulmamalıdır ki, altında sağlam politik ve örgütsel bir güç bulunmayan, halkın içinde köklü bağlar kuramamış hiçbir çevre ya da grup, bizim gibi yeni sömürge ülkelerde, kendisini, mevcut statükolar içinde kalarak, dayatıp kabul ettiremez. Böylesi bir güçle burjuva seçim platformuna sokulup, oradan devletin sunduğu olanakları kullanarak, parlamentoya girmeyi zorlamak ve bu işi sistem sınırlarına bağlı kalmayı her şeyin yerine koyarak yapmaya çalışmasıyla, işçi ve emekçilerin sesi ve savunucusu olamazlar. Olsa olsa faşizm koşullarında demokrasicilik oyununa alet olan bir “reformist parti/çevre” olurlar.

 

Tam da bu noktada, içerisinde bulunulan objektif ve sübjektif koşullar devrimci örgütlerin seçimler, parlamento, vb. burjuva düzenin kurumlarından yararlanıp yararlanmayacağı şeklinde bir tavır almalarını belirleyecektir. Kaba bir bakış açısıyla “asla burjuva kurumlarından faydalanılamayacağı” şeklinde bir tavır söz konusu olmazken, devrimci mücadelenin ivmesinin yüksek, örgütlenmenin kitleselleştiği ve yaygınlaştığı oranda sistemi teşhir amaçlı, burjuva kurumlarında (parlamento da dahil) yer alınabilir. Ancak, ülkemiz gerçekliğinde, mücadelenin ivmesinin düşük olduğu, kitleselleşmenin olmadığı, devrimci örgütlenmelerin sürekli eriyerek varlığını sürdürme çabası içinde olduğu, tasfiyeciliğin en üst noktalarda yaşandığı böylesi bir süreçte seçimlere girmek, parlamentoda yer almak halkın hiçbir sorununa çözüm getiremeyeceği gibi, kendi varlık nedeninden uzaklaşarak düzenin değirmenine su taşımak anlamına gelecektir ki bu da devrimci bir tavır değildir.

 

Emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı krizle birlikte giderek güçsüzleştiği, ülkemiz somutunda ise derinleşen sürekli krizin varlığıyla birlikte oligarşi içi çelişkilerin ayyuka çıktığı, “yönetenlerin yönetemez” hale gelerek, krizlerini halka yönelik uyguladığı baskı ve zor politikalarıyla aşmaya çalıştıkları, yeni bir demokrasicilik oyunuyla -seçimlerle- düzene nefes aldırmaya çalışacakları böylesi bir süreçte 7 Haziran seçimlerinde ortaya konulacak devrimci tavır, seçimleri boykot etmek ve hem sömürü-baskı düzenini hem de düzen partilerinin (“sol”cu da olsa) teşhirini her alanda yaparak; emekçi halklarımızı insanın insanca ve özgürce yaşayacağı, sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen için örgütlemek ve mücadele etmektir.

 

YARINIMIZI, UMUDUMUZU SEÇİM SANDIKLARINA HAPSETMEYELİM!

 

SEÇİMLER ÇARE DEĞİLDİR!