devrimde kadın, kadında devrim…

 

EMEKÇİ KADIN ÖRGÜTLENMESİ ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE DEVRİMCİ GÖREVLERİMİZ(*)

 
Devrimci Çözüm Dergisi- DEV-KAD
 
 

(*) Devrimci Çözüm Dergisi’nin 2000 yılı Ocak ve Şubat sayılarında yayınlanan bu yazıyı emekçi kadınların dayanışma ve mücadele günü olan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü karşıladığımız bu süreçte güncel öneminden dolayı bir kez daha yayımlıyoruz.

 

Ülkemiz nüfusunun yansını oluşturan kadınlar, devrimci mücadeleye katılması, kazanılması, gereken bir potansiyeli oluşturmaktadır. Ayrıca bu potansiyeli örgütleme, var olan devrimci dinamizmlerini açığa çıkarma ve onları devrimci hareket içinde yer almaları doğrultusunda örgütleyerek mücadeleye seferber etmek -ki bu durum hem kendi özgürleşmesini, hem de tüm toplumun kurtuluşunu sağlayacak önemdedir- Devrimci Hareket açısından oldukça önemli bir durumdur. Çünkü geleceğin toplumunu yeşertme mücadelesinde olan bizler, geleceğin toplumunu yaratırken bugünden geleceğin –hem kadın hem erkek olarak- yeni insanını yaratma çabası içerisindeyiz.

 

Devrimci hareketin tarihine baktığımızda geçmişten beri, gerek kendi programına, gerekse de faaliyet yürüttüğü tüm alanlarda çıkarmış olduğu program ve hedeflerinde kadın çalışmasına, kadın örgütlenmesine ayrı bir önem vermiş ve bu noktada zorlayıcı da olmuştur.

 

Kadının siyasal bilince ulaşarak, kendi gerçek kimliğini bulması, kendini ifade edebilmesi için yeni kanallar yaratması, bir sığıntı gibi yaşayarak, ikinci sınıf insan konumundan kurtulması, eve, mutfağa, olan hapisliğinden kurtulması ve kendi geleceğini belirlemede söz, karar ve örgütlenme hakkını alabilmesi için örgütlenme ve mücadele bilincini kazanması gerekmektedir. Kazanacağı siyasal bilinçle ancak özgürleşecektir.

 

Özcesi, kendi kimliğini, insani kimliğini kazanabilmesi için devrimci politikalar çerçevesinde yaratılacak olan örgütlülüğün içinde örgütlenip, kendi haklarına sahip çıkması ve bu hakları kazanabilmesi için mücadele etmesi, ayrıca toplumsal gelişmelere kadın cephesinden cevap verecek ve en geniş kadın yığınını içinde barındıracak devrimci bir kadın hareketini yaratmak gerekmektedir.

 

Bu anlamda tüm sorunumuz ülkemiz kadın potansiyelini açığa çıkartacak devrimci kadın örgütlenmemizi yaratarak, oluşturulacak devrimci politikalarla kadınlarımızı örgütleyebilmektir. Teorik olarak tüm bunlar doğru iken, kadınları neden örgütleyemiyoruz? Kadınların örgütlenmesi önündeki engeller nelerdir? Bu sorulara yönelik yapılacak doğru değerlendirmeler üzerinden oluşturulacak devrimci politikalarla örgütlenmeler önündeki engelleri kaldırabilir, mevcut süreçte de kadınları örgütleyerek devrim mücadelesine katabiliriz.

 

Yüzyılların şekillenmesinin, feodal değerlerin, geri-ahlaki değerlerin hüküm sürdüğü ve erkek egemen toplumsal bakış açısının hakim olduğu düzenin tüm ilişki ve işleyişinde kadına yönelik bakış açısından kaynaklı sorunları ortaya koymaya çalışacağız.

 

Aile ve Kadının Ailedeki Yeri

 

Özel mülkiyetin varlığının sürdüğü tüm sınıflı toplumlarda aile, düzenin temel Kurumudur. Çünkü düzen, mülkiyet ilişkileriyle, kültürüyle, ahlakıyla, değer yargılarıyla, siyasal-sosyal tüm yaşam' ilişkileriyle kendini en iyi biçimde aile içinde somutlamaktadır. Daha da ötesi aile kendini sürdürdüğü sürece, düzen kendini ailede yeniden üretmektedir.

 

Özet mülkiyetle ortaya çıkan aileye duyulan ihtiyaç, özünde mülkiyetin miras olarak sonraki kuşaklara devredilmesi ihtiyacıdır. Tüm bu ihtiyaçlar, çocuğu doğuracak kadını da mülkiyet altına almayı gerektirmektedir ki, asıl olarak özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla, kadın ailede erkeğin mülkü durumuna girmiştir.

 

Bu noktada kadın erkeğin mülkü olarak ailede ikinci konumda olmasına rağmen, düzenin, ilişkilerini birincil olarak da kendinde ifade etmektedir. Ve bu oldukça köklü bir durumdadır. Nasıl ki, aile düzenin bekçisi, koruyucusu ve kendini devam ettirici konumundaysa, kadının ailedeki konumu da aynıdır. Aile ilişkilerinin koruyucusu, bekçisi kadındır. Ve ailenin devam etmesinde de kadın belirleyicidir. Bu da kadında köklü bir aileciliği, aile kültürü ve ahlakını doğurur. Doğaldır ki, yüzyıllardır bu böylesine köklü bir aile kültürü ve ahlakını benimseme ve onu yeniden üretmede önemli işlevler yüklenen kadının aileden kopuşu oldukça zordur.

 

Yüzyıllardır düzenin en temel kurumları içerisinde şekillenen ve yetişen kadının örgütlenmesinin önündeki önemli faktörlerden biridir aile…

 

Bu yanıyla kadının örgütlenebilmesi için öncelikle burjuva tipi aile ilişkilerinden kopuşun sağlanması gerekmektedir. Bu kopuşun hem düşünsel, hem duygusal hem de güdüsel temelde olması gerekir. Özcesi, aile ilişkilerinden kopuş, düzenden kopuşun, yani örgütlenmenin ilk adımıdır kadın için…

 

Burada bir parantez açmakta yarar var. Düzenden kopuşun ilk adımı olarak tanımladığımız aile ilişkilerinden kopuşun fiziksel bir kopuş olarak algılanmaması gerekmektedir. (Bu sadece kadın için değil, erkek için de böyledir.)

 

Geçmişte örgütlenme içinde yer alan her bireyimizin yaptığı ilk işti fiziksel kopuş. Ne var ki düşünsel, duygusal ve güdüsel olarak düzenin aile ilişkilerinden kopulamadığı için de sürekli bu noktada sorunlar yaşanmakta, koptuğu zannedilen aile ilişkileri, kafada daha çarpık gelişerek, aileye geri dönüşün ve aile özlemi beslenmesinin zeminini de yaratarak örgütten kopmaya kadar götürmüştür. Bu noktada devrimci hareketin de geçmişte aile olgusunda yaklaşımının da devrimci bakış eksikliğinden kaynaklı olarak, örgüt içinde birçok insanın aileye bakışında da, ilişkilerinde de çarpıklıklar oluşmasına neden olmuştur.

 

Oysa aile kurumu ve ilişkileriyle bir gerçektir ve bu gerçekleri yok saymak devrimci bir yaklaşım değildir. Önemli olan aile olgusunu, gerçekliğini tam olarak çözümleyip, bu çözümler doğrultusunda aileye yönelik devrimin, sosyalizmin hedeflerini gözeterek, bu hedeflere bağlayarak devrimci-doğru bir yaklaşım sunabilmektir. Dahası bugünden 'gelecek toplumun aile ilişkilerinin nasıl olacağını belirleyerek, her insanımızın kafasında bu ilişkiye bakış devrimcileştirilerek, buna uygun davranmasını sağlamaktır. Aile olgusu tek başına, daha kapsamlı bir yazı konusu olduğu için şimdilik kısaca bakışımızı ortaya koyduk.

 

Gelenekler ve Kadın

 

Gelenekler; toplumun içinde bulunduğu üretim biçiminden, ekonomik, sosyal, siyasal yaşamdan kaynağını alan, bu yanıyla tüm toplum tarafından kabul gören, yazılı kaynaklarla birlikte yaşama belli kurallarla yön verdirten, sözle, davranışla dile getirilen değer yargıları ve geçmişten devralınan mirastır. Ve bir toplumun kuşaktan kuşağa aktardığı, töreler, alışkanlıklar ve davranışlarıdır. Bir toplumun aktardığı yazılı olmayan kurallar olduğu kadar, kültürel değerlerinin, insan ilişkilerinin, tecrübe ve birikimlerinin tümüdür de… Özellikle burada belirtilmesi gereken bir yan vardır ki, o da toplumdan devralınan mirasın hangi biçimde olursa olsun kendi koşullarına cevap olduğu sürece o gelenek varlığını sürdürür, ya da yenisini onun üzerinden şekillendirir. Aksi halde gelenek yok olur gider.

 

Bizim gibi toplumlarda, mevcut ekonomik-sosyal- siyasal koşullarda geleneklerde değişim kendini çok fazla kendini göstermez. Bu gelenekler tüm toplumun gelişiminin üzerinde gerici bir rol oynarken, kadın açısından özellikle oldukça fazla gerici bir işleve sahiptirler. Öyle ki, toplumda kadının yaşam tarzının tümünü neredeyse bu gelenekler belirler. Bu belirlemeyle birlikte kadın, aynı zamanda toplumda geleneklerin devam ettirilmesinde de belirleyici bir rol oynar. Her zaman görürüz ki, toplumumuzda geçmişten devralınan mirasa her zaman en fazla sahip çıkan ve aktaran kadın olmuştur. (Bunun en önemli nedeni, ekonomik ilişkilerin ve üretimin dışında kalmasıdır. Yaşadığımız mevcut sürecin koşullarından kaynaklı olarak üretime katılan ve ekonomik-sosyal ilişkilere giren kadın tam anlamıyla olmasa da, mevcut gelenekleri parçalayarak, toplumsal yaşama katılma kurallarını geçmişe göre değil de, günün koşullarıyla, kendine, ailesine, çevresine göre belirlemektedir.)

 

Bu nedenle kadın, dayatılan yeniyi temsil etmeyen geleneklerin sürdürücüsü, konumundadır. Kadın olarak kendisinin değersizleştirildiği, toplumsal yaşamdaki konumunu değiştirmediği, daha da sağlamlaştırdığı halde, üstelik ekonomik ve siyasal yaşamın tüm zorluklarıyla birlikte, sömürü ve baskı koşullarının giderek arttığı mevcut süreçte de kadınlarımıza baktığımızda, hala gelenekleri, hala geri olan değerleri sahiplenmekte ve yaşam tarzına bu geleneklerin yön vermesine izin vermektedir. Dahası bu geleneklerle özdeşleşmiş durumdalar çoğu zaman da...

 

Sömürü ve baskı toplumu olan mevcut düzenin kalıcı olmasında önemli rol oynayan geleneklerle şekillendirilen bir yaşam tarzı ve bu geleneklerin sürdürücüsü olmak kadın için iki kez sömürülmesinin, her bakımdan ikinci sınıf insan olarak, kendi gerçek kimliğini elde edemeden yaşamasını sağlarken, örgütlenmesinin ve özgürleşmesinin önünde de önemli engel olacaktır.

 

Şu bir gerçekliktir ki, bugün toplumumuzda kadının yaşamına yön veren gelenekler, egemen ideolojinin, egemen sınıfın bakış açısını yansıtmaktadır. Ve bu yansıyan bakış açısının tek hedefi de kendi düzenlerini devam ettirerek, tüm toplumu köleleştirerek, her şeye boyun eğen, kendine başkaldırmayan ve emeklerini çok ucuza satan olarak, sürekli kendisine artı-değer kazandıran birer “meta” konumuna getirmektir. Bu erkek için de kadın için de söz konusudur. Ne var ki, kadın bu geleneklerin hem daha fazla sahiplenicisi, hem de sürdürücüsü konumunda olduğu için de, bu gelenekleri parçalamada kendisine daha fazla iş düşmektedir. Ve bu gelenekleri parçalayabildiği oranda kendi çevresini kuşatan çemberi kırmaya başlayacaktır.

 

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir yön, kadının, geçmişten bu yana devraldığı -miras aldığı- gelenekleri geri bırakarak, onun yerine mevcut sürecin yoz-çürümüş, daha da köleleştiren ilişki-işleyişinin oluşturduğu “yeni değerleri”(!) benimseyip, yaşamına yön vermemesidir. Toplumun geçmişten gelme gelenekleri gerici bir rol oynarken, mevcut sürecin değerleri ve ilişkileri “ileri” ya da “gelişmiş” değildir. Her ikisi de sömürü ve baskı düzeninin istediği başkaldırmayan, köle insanları yaratmaya yöneliktir.

 

Bu nedenle sistem içinde üretime giren, evde yaşayan kadın olsun, ekonomik-siyasal ilişkilere giren kadın olsun, hem geçmişin hem de mevcut sürecin şekillendirdiği gelenekleri tümden reddederek, insanın sömürülmediği, kadının kölelikten kurtularak özgürleşmeye başladığı, kendi gerçek kimliğiyle kendini ifade edebilen bir kişilik kazandığı yeni toplumun, yarının toplumunun ilişkilerini, davranış ve alışkanlıkların, geleneğini bugünden yaratıp, toplum içindeki yaşamına bu geleneklerle yön verme çabası içinde olmalı ve bu faaliyetle yön verecek, düşünsel-pratik olarak bilince çıkartabilecek devrimci kadın örgütlenmesinin içinde yer alarak sistemin kendini üretmesi için bir araç olarak kullanıldığı geri-yoz çürümüş gelenek ve değerlerin yerine, yeni devrimci gelenekler yaratabilmeli.

 

Din ve Kadın

 

Egemenlerin toplumu istediği gibi yönlendirme ve sömürmesinde önemli bir araç olan din, etkisini en fazla kadınlar üzerinde göstermiştir. Giyiminden, kuşamıma, erkekle olan ilişkisine, bir bütün olarak toplumdaki yaşam tarzının şekillenmesinde etkili olan hep din olmuştur. Kadının yok sayıldığı, tek işlevinin erkeğine hizmet etmek ve erkeğe kul-köle olma anlayışı söz konusudur dinde. Toplumdaki gerici geleneklerin sürdürülmesinde en fazla yaptırım gücü olan olgu yine dinin kendisidir. Öyle ki, bizim gibi toplumlarda dinin etkisiyle oluşan geleneklere karşı çıkma, neredeyse yaşanılan toplumun dışına itilme-anlamına geldiği gibi, fiziki olarak da birçok cezayla, yaptırımla karşı karşıya kalmak anlamına gelir. Ki bu durum “günah işleme” korkusuyla, cezalandırılma korkusuyla, geleneklere daha fazla bağlanmayı da beraberinde getirir.

 

Ülkemizde de her dönem kitleleri boyunduruk altına almanın, her şeye boyun eğen, kendini sömürenlere, baskı-zulüm uygulayanlara karşı tepki vermez hale getiren, doğada, toplumda yaşanan her olay, olgu, şey konusunda nedenini-niçinini araştırmayan, sorgulamayan, düşünmeyen kişilikler oluşturmada çok önemli bir faktör olan din, kadınların cins olarak da -iki kez sömürülmesinde- önemli bir işleve sahiptir. Bu sömürüyü direk inancın yaratmış olduğu gelenekler sayesinde gerçekleştirmektedir. İnsanı insanlığından çıkaran, kadını gerçek kimliğinden iyice arındırarak daha fazla yabancılaştıran bu gelenekleri de kadın olarak, insan olarak parçalamak, gerçek kimliğimize, insan kimliğimize ulaşmak sorumluluğunu taşımalıyız. Eğer toplumda sürekli köle gibi yaşamak istemiyorsak…

 

Mevcut Süreçte Düzenin Kadına Biçtiği Rol

 

Toplumumuzda kadın çifte sömürü yaşamaktadır. Mevcut sistem içinde sömürü ve baskıya maruz kalan kadın, bununla birlikte ataerkil düzenin erkek egemen anlayışıyla şekillenen ve geri feodal ilişkilerin oluşturduğu gelenekler, ahlaki değerler karşısında ikinci sınıf insan olma statüsüyle ayrı' bir sömürüye ve baskıya uğramaktadır. Bu bağlamda özellikle kapitalist ilişkilerin hakim olduğu ülkemizde, yani her şeyin meta olarak görüldüğü bir sistemde, kadına bakış açısı da, sömürünün sürekli olduğu bir Pazar içinde, mülkiyet konumunda olup, meta olarak değerlendirilmekte. (Yani bir alım-satım değeri, kullanım ve değişim değeri olan bir “mal” gibi değerlendirilmekte) ve kadına yaklaşım da, bu bakış açısı da bu temelde şekillenmektedir. Toplumundaki rolü buna uygun hale gelmektedir.

 

Sistem, yaşadığımız mevcut süreçte, tüm topluma yönelik olarak hakim ideolojisiyle şekillendirmeye, yaratma ya çalıştığı kültür anlayışıyla yine bu toplumda önemli bir potansiyel ve dinamik olarak gördüğü kadını da özel olarak hedeflemiş ve sistemin istediği “pazarın” ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda kişilikler yetiştirmeyi hedeflemiştir.

 

Sistem şunu çok iyi bilmektedir: iki kez bastırılan, sömürülen, ezilenler daha fazla başkaldırı dinamizmi taşırlar. Nitekim sistemin hem insan olarak hem de cins olarak ortaya çıkan çifte sömürü nedeniyle kadın dinamizmini çok iyi bilmektedir. Bu, dinamizmin nasıl açığa çıkarıldığını da ülkemiz mücadele süreçlerinde defalarca görülmüştür. Ve kısaca bu mücadele süreçlerine değinmekte yarar görüyoruz:

 

Geçmişte Kadınlarımızın Mücadeledeki Yeri

 

Ülkemizde kadınlar kendini eve hapseden, metalaştıran, aşağılayan ve enerjisini kendi hakları için kullanmasını engelleyen sistemin içerisinde değil, sisteme karşı gelişen mücadele içerisinde kendilerini ifade etmişlerdir. Bu mücadele içinde kendi kimlik ve saygınlıklarını kazanmışlar, tepki ve öfkelerini açıkça ifade ederek, hak ve özgürlüklerinin peşinden koşabilmişlerdir.

 

12 Eylül öncesi dönemin en büyük özelliği anti-faşist mücadelenin yoğunlukla yaşanmasıydı. Yani 12 Eylül öncesi verilen mücadele, faşizme karşı anti-faşist tavır ekseninde ifadesini bulmuştur ve mücadele çok hızlı gelişerek keskin çatışmalara dönüşmüştür. Gerek toplumsal şekillenmenin etkisi, gerekse de genel yaşanan sürecin toplumsal ilişkilerindeki kadının konumu dolayısıyla, bu süreçte mücadelede kadın ve kadın sorunları, kadını devrimden talepleri vb. geri plana düşmüş ve mücadele içinde kadınlar nicelik olarak % 10'u geçmemişlerdir. Ayrıca birkaç istisna dışında yönetici kadınlar olarak görev de almamışlardır.

 

...........

 

12 Eylül öncesi, dönemin özgünlüğünden kaynaklanan ve geçen sayıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sorunlar yanında, yine kadınların kendilerini ifade edebileceği kanalların gerektiği gibi açılamamış olması da bu alanda istenilen gelişmenin sağlanamamasında etkili bir faktör olmuştur. Tüm bu nedenlerle bağlantılı olarak, bu süreçte açılan kadın derneğimiz de kadınlara yönelik istenildiği biçimde faaliyet gösterememiş ve toplumdaki kadını örgütleyememiştir.

 

12 Eylül sonrası süreçte oligarşinin halklar üzerinde yaratmış olduğu depolitizasyon, devrimci hareketin toparlanması ve mücadelesiyle birlikte, kırılmaya başlamıştı. İçine girilen böylesi bir süreçte doğaldır ki, kadınların mücadeledeki rolleri de değişmişti. Mücadelenin bu süreçteki biçimlenişinin nesnelliği kadar, devrimci hareketin kadınları mücadeleye çekmedeki değişen bakış açısının da bunda önemli bir rolü var.

 

12 Eylül sonrası süreçte başlangıçta daha çok cezaevlerindeki mücadeleye bağlı olarak gelişen mücadelede kadınlarımız kendini göstermeye başlamışlardır. Ve bu mücadeleyle giderek de siyasileşmedeki çabalarıyla birlikte mücadeledeki yerlerini almışlardır. Ayrıca yaşanılan o süreçte, özellikle geçmiş dönemlere göre toplumsal ilişkilerde de farklı bir yere sahip olan kadın, ekonomik-siyasal-sosyal gelişmelerle birlikte gelişen politik durumlara daha duyarlı hale gelmiştir.

 

Özellikle 12 Eylül öncesi süreçten farklı olarak, ülke sürecinin içine girdiği değişen koşullarla birlikte ülkede daha da derinleşen ekonomik ve siyasal krizden dolayı, sistemin ayakta kalması ve kendini yeniden üretebilmesi için yoğun baskılar ve anti-demokratik yasaları da beraberinde getirmiştir. Bunun sonucu yaşamın her alanında, emekçi halkların en ufak bir hak alma mücadelesinde uygulanan bu baskı ve zordan etkilenen kadınlarımız toplumsal muhalefette ve mücadeledeki yerlerini almışlardır. Nesnel durumun yaratmış olduğu pratik yaşamın dayattığı kendiliğinden biçimlenme sürecine giren kadın, hak alma mücadelesinde de-kendi yerini belirlemiştir. Ve bu mücadele sürecine de aktif bir katılım oluşturmuştur. Grevlerde eşiyle birlikte yer alan kadınlar, gecekondularını yıktırmamak için ölüm pahasına direnen kadınlar, grevli toplu sözleşmeli sendika alma mücadelesinde memur kadınlar, emeğinin karşılığını almak için grevlerle, işgallerle fabrikalarında mücadele eden kadınlar, yetiştirdiği ürünün gerçek değerini almak için mücadele eden kadınlar, tutsak evlatları için canını verme pahasına mücadele eden ve onların dışarıdaki sözcüleri olan anaların mücadelesi, kadın potansiyelinin taşıdığı dinamizmi kısa sürede ortaya çıkarmış ve bu potansiyeli gören devrimci hareket, kadın örgütlenmesine yönelmiştir. Var olan potansiyel nedeniyle başlangıçta belli bir ivme yakalayan bu örgütlenme, gerek bu konuda bütünlüklü bir politikaya sahip olunamadığından, gerekse devrimci hareket saflarında bu örgütlenmenin önemi ve işlevi kavranamadığından bir süre sonra kendini tekrara başlamış ve zamanla tıkanıp gitmiştir.

 

Sonuç olarak 12 Eylül sonrası kadınlarımızın mücadelede önemli bir yer tutmaları, güçlü bir potansiyel oluşturdukları düşünüldüğünde, kadınların gerek özgül sorunlarının çözümünde, gerekse de genel sorunlara kadın bakışının sunulmasında değişik örgütlenme biçimleri ile geniş kadın potansiyeline gitmenin gerekliliği ortaya çıkmıştı. Ne var ki bu durum özellikle 91 'den sonra devrimci hareketin gelişiminin ivmesinin sürekli düşmesi ve nesnel koşullarda yaşanan olumsuzluklarla birlikte bu noktada gerekli müdahaleler yapılamadı. (Değil yeni örgütlenme biçimleri oluşturmak, elde olanlar dahi korunamadı ve yok oldu.) Ve süreçte oluşturulan onca potansiyel giderek yok oldu. Ve tüm sınıflı toplumlarda tarihi boyunca ezilen, ikinci sınıf insan muamelesi gören ve cins olarak da sömürülen kadının özsavunma olarak geliştirdiği iç kararlılık, direnç, sağduyu ve bağlılıkla yoğurduğu devrimci mücadele ilerleyip geliştirilemedi, örgütlenemedi.

 

Özellikle 87’lerden sonra başlayan ve giderek yaşamın her alanında kendini gösteren, toplumsal muhalefette önemli bir yer edinen kadın, bugün yine çok cılız olan kendiliğinden kimi hareketlenmelerde yine en önde yer almaktadır. Ne var ki güçlü bir devrimci hareketin varlığının ve mücadelesinin olmadığı mevcut koşullarda bu türden hareketlenmeler içinde yer alan kadın, örgütlenememekte ve kendi devrimci örgütlenmesini yaratamamaktadır. Mevcut durumun olumsuzluğu oligarşinin önünü düzlemekte ve tüm kitlelerde yaratmaya çalıştığı, hak alma mücadelesi de dahil, devrimci mücadelelerin bittiği bilincini kadında da yaratmak için -kadının özgün durumunu da gözeterek- yeni yöntem ve araçlar kullanmaktadır.

 

Sistemin Çarklarında Yok Edilmek İstenen Kadının Devrimci Potansiyeli

 

Egemenler, yüzyıllardan bu yana baskı ve çifte sömürü. altında tutulan kadındaki devrimci potansiyelin bilincinde. Bu potansiyelin mücadeleci bir kanala akışının önünü kesmek sistemin kendini sürdürmesi ve yeniden üretmesi açısından önemli. Bu durum, ülkemiz egemenleri tarafından da dikkate alındı.

 

Oligarşi, kadının yasalardaki durumunu düzeltmekle işe başladı. Mevcut medeni kanundan kadın-erkek eşitsizliğinin ürünü olan maddelerde yeni düzenlemelere gidildi. Aile reisliği konusu, zinada kadınla erkeğe farklı yaklaşımlar, soyadı kanunu, boşanrnada mal varlığının bölüşümü, çocukların velayet hakkı vb. konularda yasalardaki kadının aleyhine olan hükümlerde kadın lehine iyileştirmeler yapıldı. Bu şekilde devlet “eşitliği” yasalarda gerçekleştirmiş oluyordu.

 

Yine 2000’Ii yıllara girilen şu günlerde, kadına özellikle “milenyum barışı ve demokrasisinin” gerçekleşmesi için de önemli misyonlar yüklenmektedir

 

Tüm dünyada bugüne kadar yapılan tüm savaşlarda (ki haksız savaşlarda, gerek emperyalistler arası yapılan paylaşım savaşı olsun, gerekse emperyalistlerin Pazar kapma ve kendi denetimlerini kurma ya da gücünü gösterme anlamında çıkardığı savaşlar olsun, ya da dini, milliyetçi duyguları kışkırtarak halklar arasında yaratmış olduğu savaşlarda) en çok acıyı çeken hep kadınlar olmuştur. Savaşta eşini, çocuğunu kaybetmiştir. Yine analık duygusuyla aç kalan çocuklarını, ailesini doyurmanın, giydirmenin, barındırmanın acısını her zaman en fazla kadın çekmiştir. İşte bu nedenle kadın savaşın değil, barışın simgesi olarak düşünülmüştür. Haksız, kirli halklara karşı açılan savaşlardan hiçbir çıkarı olamayacak olan emekçi kadınlar, elbette baskısız-sömürüsüz, tüm insanlığın kardeşçe bir arada yaşadığı paylaşımcı, özgür bir dünyanın, savaşların yaşanmadığı bir dünyanın özlemini her zaman duyar. Ancak düşünülen bu durum emperyalistlerin kendi çıkarını sağlayacak, mevcut sömürü düzeninin kendini yeniden üretmesini sağlayacak bir “barış” yani “kölece bir barış” için kadın simgeleştirilmiş ve “her türlü savaşın” karşısında durması ve emekçi halkların kurtuluş savaşlarında yer almaması için kadınlarda bu yönde bir bilinç çarpıklığı yaratılmaya çalışılmıştır. Ve bu yönde yaratılan “bilinç” kadın örgütlenmesi önünde bir engel olmuştur.

 

Sistem bir yandan kadına yönelik yoğun kültürel saldırılar içerisindeyken, bir yandan da kadının ekonomik yaşama, siyasal yaşama girmesinin önünü açmakta ve teşvik etmektedir. Ancak bu teşvik ve ön açma da yine kendi belirlediği sınırlar içerisinde gelişmekte, kendi istediği yöne kanalize edilmektedir. Kadının enerjisinin kanalize edildiği yön ise daha fazla tüketimden başka bir şey değildir aslında. Kapitalist toplumda, aile içinde konumu güçlendirilmiş, ekonomik sosyal yaşama daha fazla katılan kadından anlaşılması gereken biraz da budur aslında. Daha fazla alışveriş yapan, tüketim piyasasını canlandıran, düzene köleliğin simgesi, cinsel obje durumu daha da güçlendirilmiş bir kadın tipidir bu.

 

Kadının Örgütlenmesi ve Mücadelesi Önündeki Engeller Aşılacaktır

 

Kadının kurtuluşu, insanın insanlaşma ve özgürleşme mücadelesinden ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal mücadeleden bağımsız değildir. Bu perspektiften kopmadan, ama kadının özgül sorunlarını da dikkate alarak oluşturmaya çalıştığımız DEV-KAD örgütlenmesi; örgütlenme ve mücadele süreci içerisinde kadında devrimi gerçekleştirmeyi hedeflediği gibi, kadının sesini, taleplerini devrime taşıma, devrimci mücadelede kadının sesi olma iddiasını da taşımaktadır.

 

Kuşkusuz bugünden mükemmele ulaşmış bir örgütlülük bekleyemeyiz. Çünkü örgüt her şeyden önce kadro sorunudur; neticede insan sorunudur. Güçlü bir kadın örgütü yaratmak, bir kadın hareketine ulaşmak da bu sorundan bağımsız değildir. Bu anlamda, içinde bulunduğumuz aşamada, oluşturduğumuz ya da oluşturacağımız örgütlenme, gerek nitelik olarak, gerekse nicelik olarak bizim istediğimizin, beklediğimizin oldukça gerisinde olacaktır. Ancak ilerleme ve gelişme de ancak örgütlülük ve mücadele içerisinde gerçekleşecektir.

 

Devrimci mücadele içerisinde yer alan kadınların, kadın sorununu sağlıklı bir temelde ele almaları, ezilen, emekçi kadının taleplerine sahip çıkmaları, onların sesi olmaları oranında bunun toplumda da bir yankısı olacaktır.

 

Sorun devrimde kadın-kadında devrim diyalektiğini iyi kavramamız ve bunu örgütlü mücadelede somut programlara dönüştürmemizdedir. Bu alanda sağlayacağımız her başarı, kadının örgütlenmesi ve mücadelesi önündeki engellerin aşılmasında bir basamak olacak, bize güç katacaktır.

 

ÖRGÜTLENDİKÇE ÖZGÜRLEŞECEĞİZ!

 

YAŞASIN DEV-KAD!